Eski Alman Hukuk sistemine göre hâkim, elinde asâsı ile ve güneş batıncaya veya duruşmalar bitinceye kadar kımıldamadan oturmak zorunda idi. O dönemin yargı usulü kitapları, yargıcın “kızgın bir aslan gibi hâkim kürsüsüne kurulup, sağ ayağını sol ayağının üzerine atarak hareketsiz durmasını” emrediyordu. Eğer hâkim ayağa kalkar ve aşasını elinden bırakırsa, o mahkeme, yetkisini kaybetmiş olurdu.
Hâkimin verdiği idam kararlarının, güneş batmadan önce uygulanması gerekliydi. Suçlu idam edildiği sırada hâkimler çevrede oturup, mahkemenin yorgunluğunu gidermek üzere yiyip içmekle zaman geçirirlerdi.
Beynelmilel Kriminal Cemiyeti’nin 1909 yılı toplantısında, Almanya’da bir yılda polis tarafından 10 milyon kişinin cezalandırıldığı tesbit edilmiştir. Yâni cezâlandırılma yaşındaki her dört Alman’dan bir tânesi devletin şefkatli(!) eliyle tanışmıştı.
Orta zamanda Batı’daki adlî cezâlar hiç de insânî değildi; hattâ 4000 yıl önceki Hammurabi Kanununa ve Hind, Çin, İran kanunlarına kıyasla çok daha vahşîce idiier.
Söz konusu kanunların medenî Avrupa’da uyguladığı cezâlar, şunlardı:
-Çarka bağlayıp ezmek,
-Suçluyu dörde bölmek
-Kazığa çakmak
-Yakmak,
-Suda boğmak,
-Duvara gömmek,
-Diri diri gömmek, barsaklarını deşmek,
-Dilini kesmek,
-Gözünü çıkarmak,
-Kaynar su veya yağda kaynatmak, derisini yüzmek vesâire…
Bu tür cezâların çoğu On sekizinci Yüzyıla kadar devam etmiştir. Ve kilise bunları azaltıp hafifleteceği yerde engizisyonlarıyla bir kat daha kötüleştirmiştir.
Prusya Adlî Encümeni 1709 yılındaki veba salgını sırasında ilâç almadan ölenlerin cenâzelerini tabutlarıyla birlikte astırmak için özel darağaçları yaptırmıştır.
1804’de Eisenach’da, zorla toplanan okul çocuklarının gözleri önünde dört sâbıkası olan bir kundakçı diri diri yakılmıştır. Aynı şekilde bir idam da 1813 yılında çok sâbıkalı bir karı kocaya Berlin’de uygulanmıştır.