Devletlim! Ölüm, şu vücûdun tertîbini bozunca, sana akmak yolunda bir daha bocalamamalı, şaşırmamalı, seni gözden kaybetmemeliyim. Eğer bir zaman için de olsa, elim eteğini bırakacak, yoluna, daha şedîd bir akışla dökülmekten kalacaksam, bana âb-ı hayât içir hiç ölmeyeyim.
Yok eğer, cismimi, dünyâya geri vermekle, daha da kazançlı olacaksam, ey yârân, ey cemâat! Hazırım… Ne duruyorsunuz? Haydi, üstüme el bağlayıp dört tekbîri bir edin!
İbrahim Peygamber’e, oğlunun gerdanına bıçağı dayadığı zaman gökten koç inmişti. Demek, o vakitten bu vakte zaman değişmemiş olacak ki, ben de ne vakit başımı o çukura yatırsam, bir kurban gelip yerimi alıyor.
İbrahim’in de İsmail’in de yüzlerini güldüren ve bir bayramın târihi olan bu vak’a, şenlik günleri sayıldığı halde, ben o çukurun kenarından kaldırıldığım zaman, gülüp sevinemiyorum.
Ey buyruğuna akıl ermez, fikir işlemez Devletlim! Acep gene neden gözlerimi çözdün? Elim ayağım bağlı, mest ve muntazır uzandığım o çukurun kenarından başımı kaldırdın? Ölmemden, kalmam yeğmiş, öyle mi?
Peki, gene dediğin olsun… İşte emrini yerine getiriyorum: Ademlerden cihanlar çıktıktan sonra, bir taş dile gelmiş çok mu?
(Sâmiha AYVERDİ-Dile Gelen Taş, Sayfa 4)