III.
Anladım ki, “duymak”, canevinden duymakmış ve benimki pösteki saymakmış!
Kâh uçtum, kâh süründüm.. çok çok düşündüm:
-Acabâ, o hana varmaya.. varıp konaklamaya ve her derde devâ çorbasından bir kaşık; lokmasından bir yudum nasîbim mi yok?
Eğer böyleyse, Han’ın tellâlı gönül kapımı niye çaldı?
Eğer böyleyse, O’na sorduğum:
“-Aşk işinde kimdir üstâdın senin?” sualiyle, nasıl oldu da bütün kavramlar yer değiştirdi? Dağınık duran bölük bölük nefer, komutanın bir sözüyle nasıl birden bire sıraya girer, nasıl herkes yerli yerine dikilirse; benim de o âna kadar doğru bellediklerim “yanlış”ların.. yanlış bildiklerim de “doğru”ların yerini nasıl alıverdi?
“-Bunda bir iş var!”
Dedim ve rehberimi dinledim:
“-Bu Han’da bire on var.. bir koy, on al!”
Telâşla sordum:
“-Han’a daha çok var mı?”
“-Yoo, dedi, Han ahacık!”
“-Uzak değilmiş..” dedim.
Ne gezer..!
Dön baba dönelim. Yanlış anlaşılmasın; yerinde saymakla pervâne olmak çok farklı şeylermiş.. Ne bilirdim?
Gözü, etten -sıvıdan iki parça.. kalbi, kan pompalayan hayâtî bir merkez.. beyni, bir bilgisayar zannederek, yürü var vara bilirsen!
Gözle bakıldığını, gönülle görüldüğünü.. Ayakla basıldığını, himmetle yüründüğünü; kısacası İsrâfil’i – Sûr’u.. Mûsâ’yı – Tûr’u ve Mûsâ’ya ulaşan:
“Nalınlarını çıkar da öyle gel!” Hitâbını, kördüğüm olmaktan çıkarmak gerekirmiş.