“Göz yaşı âşıklara pek mûteber sermâyedir
Âşıkın mâşûkuna cismi heman kurbân imiş
Ağlamak, yanmak, tutuşmak vuslata esbâp hep
Çünkü o mahbûb-i zî-şân gözlere pinhân imiş”
Demek O, gözlere gizliymiş.
Bakmakla görmek aynı şey olsaydı, işler ne kolaydı. Yanlış mı söyledim ne?
Belki de tam tersine, zordu.
Bir varlık olarak, bildiğimiz bir çift göz, muazzam bir aldatmacanın âleti, yâhut hedefi oluyor.
Nasıl, karton filmlerde devamlılığı ve hareketliliği sağlamak için, insanoğlu binbir resim yapıp; bunları peş peşe sıralıyor ve gözümüz, bunu bir hareket olarak algılıyor, yâni, nasıl aldanıyorsa; çevremizdeki her şey, biz dâhil, her an yenileniyor.
Fakat, biz bu yenilenmeyi ve değişmeyi fark edemiyoruz. Bilemiyoruz.
Peki, bilen yok mu?
Var elbet!
Kim mi? İşte cevap:
“Çünkü o mahbûb-i zî-şân gözlere pinhân imiş!”
Evet ama, mes’ele her ne kadar üstteki mısrâda düğümleniyorsa da, önceki sözler, işin başlangıcını anlatıyor:
Gözyaşı, âşıkların en mûteber sermâyesiymiş.
Bu sermâye elde edildikten sonra, sıra, cismini sevdiğine kurbân etmekte…
Dökülen gözyaşları, kaynağını önce yangın yerine çevirecek… Sonra cismi tutuşturacak ve ne zamanki cisim kurbanı, sevdiğinin huzûrunda edâ edilecek; Yunus Peygamber’in balık karnından çıkıp hayâta dönmesi gibi, gözlerin aldanması da son bulacak.
Bizden öncekilerin anlatışına göre; işte o noktadan sonra, gözler, ne için yaratılmışsa, yaratılış gâyesine uygun görüşe başlayacaklar. Çünkü, asıl görücü merkez, bu bir çift et parçası değil!”Gizli olan yer” de herhâlde “gönül gözü”!
Olsa gerek…
Olmalı…
Ancak böyle olabilir. En doğrusu, akıl yürütmeyi bırakalım. Biz, söze nokta koyalım. Bilenler konuşsun:
“Âkilin mîzân-ı aklı mâverâsın almadı,
Âşıkın, âkiller içre adı; mülhid ya deli!”