1925’de tekkelerin sırlanmasından bu yana yüz yıl geçmemiş…
Ve dün bir çırpıda hayâtımızdan fırlatıp attığımız güzel ahlâk sevdâlısı dervişleri, onların kâmil mürşitlerini bugün şiddetle arar olmuşuz.
Üstteki yazıda “kurtarıcı” olarak târif edilen insan tipi, Mevlâna ve benzeri kâmil mürşitler ve onlardan ibâret müşahhas bir makama baş kesmiş; “Hiç”olmak peşindeki “hizmet erleri”; toplum fedâisi dervişler, başka bir deyişle “mânevî Uç Beğleri” değil midir?
Siz, insan yetiştiren; edep -usûl- erkân mektebi kurumların faaliyetine son verirseniz;
onların yerini -sığ, basit, nev-zuhûr- güyâ eğitim kurumları alır. Kezâ, dâima örnek ve önder arayışındaki toplum da, gerçeğini bulamayınca kendisine model diye seçtiği sahte örnek ve önderlerin kılavuzluğunda bu hâllere düşer.
Söz konusu yazarın hayâl ettiği kurtarıcı insanlar, dünyâmızdan hiçbir an eksilmediler, kıyâmet kopuncaya kadar da eksilmeyecekler.
İddiâsız -reklâmsız- mütevâzı olmaları, dervişlerin yok olduğu veya yaşamadıkları mânâsına gelmez.
Bu gerçek, unutulmamalı!
Bir başka gerçek ise, “dindar nesiller” değil; “İnsan Adamlar” yetiştirmeyi emrediyor. Buradaki ”adamlar” sözü cinsiyet ifâdesi değildir; ”Âdem vasıflı insanlar” ister erkek ister hanım olsun, fark etmez.
Şimdi… İzninizle, mes’eleye hiç de biraz önceki yazının sâhibi gibi din yâhut Müslümanlık açısından değil; bambaşka bir zâviyeden bakan Enis Batur’a kulak verelim.
2006 yılında yayınlanan Pertev Nâili Boratav’ın Nasreddin Hoca isimli eserine yazdığı önsözden birkaç cümle:
“Türkiye kadar kendi kültürünü istemeyen ülke azdır.(…..) İki avuç insanı elbette ayırıyorum. Bu topraklarda farklı inanışlara,dünya görüşlerine, kültür felsefelerine sahip, ama konuya bağlılıkları açısından ortak duyarlık sancıları taşıyan saygın kişiler geçti.
Abdülbâki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüboğlu, Niyazi Berkes yan yana oturmayı bilirlerdi. Dîvan edebiyatı âşığı Tanpınar’ın en yakın dostu Halk edebiyatına sevdâlı Ahmet Kutsi Tecer’di.
Bizim kuşağımız hem Ülgener’in, hem de İdris Küçükömer’in önemsenebileceğini, hem Azra Erhat’tan, hem de Sâmiha Ayverdi’den aynı anda beslenebileceğini onlardan öğrendi.(….)
Bir kültürün istenmemesi, onun işe gelmemesine sıkı sıkıya bağlıdır aslında.”
Sizce Enis Batur, biraz önceki satırlarla nasıl bir insan tipi arzulamak; bize âşinâ olan hangi portreyi resmetmektedir?
Nereden bakarsak bakalım, bilerek veya bilmeyerek bugün her zamankinden daha şiddetle “Mevlânâ”yı; O’nun dervişi denmeye sezâ insanları arıyoruz… Onlara muhtâcız!
Yazarın, Azra Erhat’la Sâmiha Ayverdi’yi yan yana getirmesine bakmayın lütfen! “İnsan Adamlar”, yâni dervişlik mesleğine hevesli kimseler, tertemiz kaynaklardan beslenir…
Ve bu kimseler -bizler gibi- edepleri îcâbı, her yaratılanı -fikrine aykırı olsa bile -saygıyla karşılamasını ve dinlemesini bilir. Yoksa mecbur kalmadıkça kaynağı bulanık sularla herhangi işimiz/müşterekliğimiz olamaz.
Bakın, kitap olarak 1976 yılında yayınlanan “Âbide ahsiyetler” isimli eserinde, “Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’den Bugüne Kalanlar” başlıklı yazıda Sâmiha Ayverdi şöyle buyuruyor:
(…Ne yazık ki bugün dünya, bir fikir koması içinde bulunmakta ise de, şuurlarıyla alâkalarını kesmiş bütün hastalar gibi, bunun farkında değildir.
Mânevî nafakadan, ruh sağlığından ve her türlü millî ve insânî değerlerden mahrum olarak yetiştirdiğimiz nesiller, vicdan, ahlâk,vazife, mes’uliyet, vatan ve îman şuurundan boş olarak hayâta atılıyorlar. Netîcedede, cemiyetin çürümesine yol açmış oluyorlar.
Cemiyetimiz bir çözülüş hâlindedir. Bu durumu meydana getiren sebepler Selçuklu devletinde ne ise aşağı yukarı bugün de odur.
Türkiye Türklüğünün millî rûhunu yıkmak gayesini plânlamış çeşitli sûikastların karşısında bulunmaktayız. On üçüncü asrın Moğol istîlâ orduları ne ise, Müslüman – Türklüğün ikbâl ve istikbâline kasteden bugünkü Haçlı ve Siyonist faaliyetleri ile mezhep ayrılıklarını körükleyen cereyanlar da odur.)
İşte… En başta söz konusu edilen ve “Neden, neden, neden?” Diye sıralanan sayısız sualin cevâbı, kırk yılı aşkın zaman öncesinden böylece verilmiş olmuyor mu?
Bugün milletimizin, millî ve mânevî şuuruyla ilgisini koparmış koma hâlindeki hastadan ne farkı var?
Hazret-i Mevlâna’ya, Hacı Bektaş Velî’ye… Hacı Bayram Velî ve benzeri zevâta ne kadar âşinâyız?
Ne âşinâlığı? Onları tanımıyoruz, değer vermiyoruz! Bizim îman ve kültür genlerimiz mi değişti? Biz -hâşâ- kıblemizi mi şaşırdık?
Dergâhları kapattım demekle iş bitmiyor… Yerine ne koyduk? Hiç! Ki, şimdi Câmiye hapsolmuş, mutaassıp bir din anlayışına… Zerâfetten, hikmet ve irfandan nasipsiz, kaba-abus çehreli-Arap taklitçisi dindar geçinen tiplere mahkûm olmuşuz.
Kendi değerlerimiz ve en başta da Hazret-i Mevlâna -hâşâ- yalnızca seremoni yâhut gösteri malzemesi hâline gelmiş… Memleket, âdetâ Moğol istîlâsına uğramış gibi!
(15 Aralık 2018 târihinde aynı başlık altında yapılan sohbet programının ikinci bölümdür.)