—Hoş geldin.
—Hoş bulduk… Buralı mısın?
—Buralıyım… Doğma büyüme buralı.
—Hangi mahallede oturuyorsun?
—Hayranlar’da… Biz buraya geleli çok oldu.
—Biraz önce buralıyım demiştin.
—Evet, ben burada doğdum. Ya sen ne vakit geldin?
—Gece geldim ben.
—Bizim burada hiç gece olmaz, biliyor musun?
—Nasıl yâni?
—Bâzıları, güneş tutulması diye bir şeyden bahseder, onu da bilmeyiz. Geceyi bize sorma! Gece, karanlıktır, zulmettir; bir kararmış çehredir, bir kırışmış yüzdür o! Komşu ülkenin sözünü ettiği güneş, oralar için sırlandığı demlerde bize gelir. Ora insanlarının “güneş tutuldu” dediğini duyar ve için için güleriz. Aynı saatlerde güneşi konuklar, onunla meşveret eder ve sonra da uğurlarız. Biz onunla ağlaşır, dertleşiriz. Ama hep gülümseriz. O,hep gülümser çünkü! Bâzen de hâlinden tavrından anlarız ki, dertlidir. Öyle sırlarla doludur ki ahlarından bir tek âhın içinde dünyâlar barınır.
—Hiç anlatmaz mı?
—Anlatır elbet! Zâten hep o söyler, biz dinleriz. Komşularımıza çok şaştığını söyler, mesela biz de şaşarız. Çünkü güneş ısıttığı hâlde, üşürler; aydınlattığı hâlde karanlığı ve kuytulukları özlerler. Güneşin, içlerini yakacak hassalarını bırakır, derilerini; kabuklarını yakmanın anlaşılmaz eziyetine katlanırlar. Elbiselerinden soyunurlar, kir ve günahlarından soyunmayı bilmezler. Onları açıp serseler, güneş asıl o taraflarını yakıp yok edecektir. Hâlbuki yanması gereken yerleri örtüp gizlerler, fakat mahrem kalması gereken her neleri varsa, ortaya dökerler.
Oralar tarladır, burası bahçe…
—Oraya gidip gelmez misiniz hiç?
—Kim, biz mi? Biz zâten orada yaşarız.
—Anlamadım, nasıl oluyor?
—Anlaşılmayacak bir şey yok… Bizler, çiftçilikle uğraşırız. Tarlalar hep komşu ülkededir; oraya gider, sürer; çapalar, eker, biçer buraya getiririz. Yâni oradayızdır fakat buradayızdır.
—Sizi buraya kim getirdi?
—Oraya gönderen!
—Oraya kim gönderdi?
—Buraya getiren!
–…………………..
—Şöyle söyleyelim; âdil oluşuyla ünlü hükümdarın biri adamın birine kızmış ve kendisini hapse attırmış. Ama akabinde aynı şahsı, sarayının bahçesinde gezinirken görerek öfkelenmiş:
—Bana bak, seni kim serbest bıraktı?
Diye seslenince, adam cevap vermiş:
—Hapse attıran!
—Hapse attıran kimdi?
—Bahçeye çıkaran!
Evet, böyle demiş. Meğerse bu gidip gelme kaydından kurtulanlar, bunun karşılığında bir “bedel” öderlermiş de, böyle bağlar onları bağlamazmış. Ha zindan, ha bahçe… Ne zincir, ne kelepçe! Kâh orada, kâh burada… Bir dut ağacının hoyratça silkelenmesi gibi, dünyâlıklarını sapır sapır dökmeyenlere, bu tarafa yol almak haramdır. İnsan, ne giyinik hâlde doğar ve ne de giyinik durumdayken gömülür. Doğum da ölüm de çıplak olur.Yerçekimi,dünyâya âit bir kanundur.Dünyâ bağlarından sıyrılıp soyunanı kim yeryüzüne çekecek,söyler misin?
İşte, bâzılarının ödediği bedel, böyle bir bedeldir.
—Acâyip!
—Sen buraya bedâvadan mı geldiğini sanıyorsun?
–Anlamadım!?
—Bana bak dostum, baştan beri yüzüne vurmadım ama, artık yeter! Sen, bal gibi O’nun dostlarından birisin… Anlamadım zannetme…
—O kim ki?
—Kim mi? Seni beni silkeleyip çırılçıplak bırakan, sonra da kendi seçtiği hırkayı sırtımıza giydiren!
–………..?
–“Sen onları secde izlerinden tanırsın” demiyor mu?
—Benim secde izlerimi nereden gördün de bu hükme vardın?
—Gözyaşlarını gizle de hasede uğramasın… feryâdını içine haykır ki gözbebeklerindeki izler kaybolmasın!