Bugün nedense canı çok sıkılıyordu.
Saatlerce, gayesiz insanların o hiçbir şeyle oyalanmayan şuursuzluğu içinde dolaştı, durdu.
Nihâyet kâğıdı kalemi çıkarıp, masasına oturdu. Aslında bu işi tâ sabahtan beri yapmak istiyordu ama, yazmak istediği şey, şu anda kararlaştırdığı şey değildi. Kalem, kâğıt üzerinde avâre avâre gezinmeye başladı:
(Sana yeni havâdisler vermek istiyordum.
Fakat işte, insanoğlu dâimâ arzularını gerçekleştirme imtiyâzıyla donatılmış değil.
Bize, şiddetli bir arzuymuş gibi görünen bir istek, bakıyorsun; bir başka düşünce ve istek kuşunun dalımıza konmasıyla birlikte, bulunduğu o en üst noktadan tepetaklak olup, aşağılara düşüveriyor.
Üstelik -biz insanların vefâsız mahlûklar oluşumuzdan mıdır nedir- o, şuurumuzun uçurumuna yuvarlanan bir an önceki kıymetin peşinden, “biraz önce buradaydı, nereye gitti?” diye bakmak ve onu aramak tenezzülünde de bulunmuyoruz.
Her neyse…
Biz, bir zaman bize vazgeçilmez gibi gelen kimselere de aynı muâmeleyi yapmıyor muyuz?
Bak! Sana yazacaklarım bunlar da değildi; düşünce denizinin çılgın dalgaları, beni nerelere fırlattı. Asıl yazmak istediğim belki de kısaca şuydu:
Ben, bana zaman içinde birer ikişer verdiğin her hediyeyi sakladım.
Onları senden elimle almıştım ama, el, bir vâsıtaydı; hep de elimde saklayamazdım.
Cebim, çekmecem de öyle… hepsi, bir gün gelip fânî olacak ve elbette onlarla berâber, senden birer hâtıra olan hediyelerin de yok olacaktı. Çok düşündüm ve onları saklayabileceğim en emîn ve kalıcı yer olarak, seni seçtim.
Onları birer birer öpüp başıma koyarak, gönlüme yerleştirdim. Artık rahatım…)