Şurası muhakkak ki; dünyâ var oldu olalı kendini âşık sayan herkes rumuzların, sembollerin dilini konuşmuştur. Buna, bir bakıma “sükûtun muhteşem belâgati” diyebiliriz. Yâhut da gönül denilen; kendisi bizâtihî görülemeyen “mekânsız mekânın” susturulamayan lisânı!
Bu dilin mûcitleri, gerçek âşıklardır.
Sırlarını avamdan saklamak zarûreti bir yandadır, aşkın gizlenmesi imkânsız kokusu, diğer yanda!
“Âşık susarsa helâk olur, ârif konuşursa!” sözü,bu gerçeği çok net açıklıyor.
Aşk sözüne ne cemaatin ve ne de hatibin kudreti yeter.
Bir an için duralım ve düşünelim: Âşık kimdir?
Âşık,darağacına gönüllü yazılmış.. bu arzuyu ortaya koyduğu anda darağacını hesâba hiç katmamış olsa da,iş o noktaya geldiğinde alttaki iskemleyi kendi ihtiyârıyla tekmelemiş bir savaş kahramanıdır o!
Kendisini yenmiş, bunu başarmış kimsenin ismidir “âşık”!
(Bak, şu zavallıya bak… Davranıp davranıp kalkamadığı, ya da kalkmak istemediği alçacık duvarın üstünde nasıl harap, nasıl perîşan… yanında aradığı hayâli bulamayan ellerini taşlara batırıp canını yaktığından kimsenin, belki kendinin de haberi yok. Amma biz, bir tahassür uğrunda can verip can almış şehitler soyundanız; bir delik deşik yüreklinin gizli feryâdını hiç, nasıl duymayız?
Biz Yâkup değiliz; ammâ aşk kokusunun âşinâlarıyız.
Biz Yûsuf değiliz; ammâ nûru sönmüş gözlere gömlek yollarız.
Bize cenk meydanı da denmez; ammâ topsuz tüfeksiz de kan döker, canlar yakarız.
Biz, gülerken güller açan, ağlarken inci döken bir masal kahramânı da sayılmayız; ammâ göğsümüze başını koyup ağlayana kan döktürür, yanılıp bir gülen de olursa, kıyâmete kadar pişmanlık çektiririz.
Bizim her dalda bir öksemiz, her adımda bir tuzağımız vardır. Tutup tutup azât etmek huyumuzdur; ammâ bende olmadan efendiliğe varılamayacağını kim kimin kulağına fısıldamıştır ki, kulluk kapısını bırakıp kimseyi âzatlığa gönderemeyiz.)
Böyle birinin minberde işi ne?
Âşık, o minberi gözyaşlarıyla yıkayıp temizlemek gâyesiyle çıkar; Peygamber makamı bildiği oraya yüzünü sürmek için çıkar.
Hem de azametle değil, sürüne sürüne!
Yavuz Sultan Selim, o minberden kendisi için: “Hâkimü’l-Haremeyn” diye bahseden hatibi işte bu yüzden susturmuş ve: “Hâdimü’l-Haremeyn diyebilirsin!” îkazıyla karşı karşıya bırakmıştır.