Çarşamba, Şubat 12, 2025
Ana SayfaAbide ŞahsiyetlerSâmiha AyverdiMahya ve Ötesi-Sâmiha AYVERDİ

Mahya ve Ötesi-Sâmiha AYVERDİ

Evimizin üst kat sofasından,

alt kata inen merdivenin sahanlığında oturduğumuz takdirde, geniş pencereden Şehzâdebaşı Câmii, bütün heybeti (1) ile karşımıza çıkardı.

Ramazan geceleri o minicik sahanlıkta oturmak, benim için bahâ biçilmez bir zevk olurdu.

Aynı yeri kapmak isteyenler de eksik olmamakla berâber, benim kadar bu pencere önünün sâdık müşterisi pek yok sayılırdı.

Hani numarasız biletleri yüzünden yer kapmak telâşına düşmüşler gibi,

bu küçük sahanlık sanki bize birinci sıra koltuklarından birini ele geçirmenin açıkgözlülüğü gibi gelirdi.

Zîra buradan, mahyacının iki minâre arasına gerilmiş hatlara inecek hünerini seyretmek, cidden bir havâî şenlik olurdu.


Ancak mahyadan evvel,

bu havâî gösterileri seyretmenin ramazan ayına mahsus bir şenlik olduğunu nasıl düşünmez olabilirdik?

Eski devirlerde ramazan demek, şehir halkının birlikte îfâ ettikleri(2) müşterek bir ibâdet idi. Öyle ki hastalar hâriç, oruçlu olmayan ferd-i âferîdeye(3) rastlamak kabil(4) değildi.

Büyük babamın, ev halkına sık sık hatırlatıp:

“Oruç, gün doğmadan yiyip içmekten kesilerek, gün batıncaya kadar aç kalmak demek değildir.

Dilini acı ve kırıcı sözlerden, yalan ve iftirâlardan kurtarmak olduğuna göre,

etraflarını tâciz ederek kırıp dökene, can yakana, şiddete baş vurana oruçlu denemez.

Ramazan, rûhumuzun terbiyesine dikkat etmektir,” dediği gibi,

oruç, insan oğluna câzip gelen beşerî meyillerin önüne cüz’î irâdeyi(5) kamçılayarak seferber etmektir denebilir.

Nihâyet cemiyet için hayli zor sayılacak bu iş

başarıldığında oruç sırasında haram edilmiş bedenî zevklerin de,

yiyip içmek gibi uzak kalınması gereken fiillerin de sona erdiği saat gelip çattığında türlü yemeklerle donatılmış sofralarla aç

mîdeler, keyiflerince beslendikten sonra, bütün gün devam eden bu riyâzetin(6) karşılığı olarak gülüp söyleyip eğlenmek de gene ramazanlara mahsus âdetlerin arasında sayılırdı.


Şehzâdebaşı Câmii

karşısında mahyâcıların mârifetlerini seyretmek üzere beklediğimizde câmiin dış yüzü ışıklarla bezenirken, içine bir göz atmak acaba neden hiç hatırımıza gelmemekte idi?

Zîra Mîmar Sinan’ın şâheserlerinden biri olan Şehzâdebaşı Câmii’nin içinde saklı duran bir göç fâciası, insan oğluna vahşetin, şenâat(7) ve zulmün destanlarından birini söylemekte bulunuyor idi.

Öyle ki bir zamanlar bastığı yeri titreten Türk’e ne olmuşsa olmuş, evlâtları kılıç altında ana vatanlarına kadar aç, sefil, yaralı, hasta olarak sürülüp kovalanmış bulunuyordu.

Eski fütûhat ve zafer yıllarında,

bir ayağı Macar ovalarında at sürerken, bir ayağını Büyük Sahrâ’ya atmış, Akdeniz’de gözünü açmış Mısır, Tunus, Fas, Cezâyir, Trablusgarp ve Bingâzî’lerin efendisi olmuş,

nihâyet Bahr-i Muhît-i Hindî’leri(8) ihmâl etmemiş, bir yandan da îlâ-yı kelimetullah(9) aşkı ve Ural’ların, Uzakşark’ın Müslüman-Türk’üyle el ele gönül gönüle vermiş velîlerin derûnî irşat ve gayreti ile batıya doğru sefere çıkıp,

Kafkaslar’dan, Dağıstan’lardan gönderilen mücâhit seller, dünyâya adâlet ve içtimâî nizâmından örnek devletler göstermekten geri kalmamıştı.


İşte şu an,

şenlik yapan mahyacılar, kandiller, yazdıkları yazılar ve resimlerle, câmi içindeki muhâcirlere bir tesellî vermek ister gibi idiler.

Hemen her gün aralarına karışıp dertlerini dinlerken, içlerinde âilemizin öteden beri tanıdığı Rumeli hânedanlarından Tırnovalı Hatipzâde’lerin mağrur kızları Melîke Hanım da, yarı aç yarı hasta ve soğuktan titreyen bu kalabalık arasında bulunmakta idi.

Bir zamanlar gelinlere cihaz,

doğanlara beşik ve hastalara hekim ve ilâç göndermek asâletleri gereği olan âilenin güzel kızlarından Melîke Hanım da evimizden gönderilmiş battaniye ve çamaşırları severek ve duâ ederek almakta bulunuyordu.

Evet,

îlâ-yı kelimetullah aşkı ile el ele ve gönül gönüle vermiş Müslüman-Türk’ün beşeriyete adâletten, içtimâî nizam, hak ve hakîkatten örnek vermiş insanlarına şimdi ne olmuş idi ki

gayret kuşağı kuşanmış müminler bugün çul çuval serilmiş soğuk taşlar üstünde aç, sefil, hasta ve yaralı inlemekte bulunuyorlardı?

Evet, bastığı yeri titretmiş insanlara ne olmuştu ki bir efendilik zirvesinden bir sefâlet gayyâsına düşmüş bulunuyorlardı?

Acaba,

her düğümü çözen, her kapıyı açan o muhkem(10) “îlâ-yı kelimetullah” anahtarını düşürüp kaybetmek yüzünden mi içlerinde yanan meşale sönmüş, gayretleri, heyecanları tavsamış ve:

“Bize bir şey olmaz!” avunması ile “su uyur, düşman uyumaz” kavlini dahi düşünmeyerek, koşar adımlarla giden zamâna ayak uydurmaktan geri kalmanın acı netîcesine katlanır hâle gelmiş bulunuyorlardı?

Bu topraklar,

baba mîrâsı bir emânet olduğuna göre, har vurup harman savurmak yerine, onun eksiğini tamamlayarak çoğaltmak gerekirken, biz, gevşedikçe gevşeyerek, yenilerini kazanmak şöyle dursun, bir yenilmezlik terânesi tutturup kendi kendimizin düşmanı olmaktan kurtulamadık.

Buharı bulan düşman,

gemisini makineler ile işletirken, biz yelken ve kürekte kalarak, bir Türk gölü olan Akdeniz’in Türk’ün elinde olduğu günlerin devâm edeceği zehâbı(11) içinde kendimizi gurûrumuzun kalesine hapsetmekten kurtaramadık.

Öyle ki gemilerimize emsâlsiz zaferler kazandırmış Barbaros’lar, Kılıç Ali Paşa’lar ve Murad Paşa’lardan şimdi yüzlercesi olsa, gene de düşman, bu cenk erlerini topu, barutu ve makineleri ile bir anda mağlûp edebilir.

Ne yazık ki bize artık,

zamânın ilerisini yakalamak yerine geçmişin zaferleri ile avunmaktan başka sermâye kalmamış bulunmaktadır.

Hatipzâde, konağına çekilip işi hazırcılığa bırakmamış olsaydı, kızı Melîke de bugün herhalde soğuk taşlar üstünde aç, sefil kalakalmazdı.


Evet, mahyalar,

câmilere bir ramazan şâdimânîsi -ramazan sevinci- getiriyorsa da, o câminin içinde barınmışlara söyleyecek tek tesellî sözü bulunmuyordu.

Mahya kurmak gibi latif, şiire benzer bu âdet Birinci Sultan Ahmed zamânında meydana gelmiş ve İttihat ve Terakkî devri olan şu günlerde de devam etmekle berâber o acemi iktidar

memleketin yaralarını sarmak şöyle dursun, başına yeni dertler açmaktan geri kalmayan, hassâsiyetten uzak bir siyâsetin içinde bulunmakla belki de, kitabını kaybetmiş mezhepler gibi, Türk’e yeni acılar tattıracağı, erbâbınca gözlrden uzak bulunmuyordu.

(*)Paşa Hanım, Sâmiha AYVERDİ-Kubbealtı Neşriyâtı, Nisan 2009,Sayfa:96

(1)Heybet: İnsanda korku ve saygı duygusu uyandıran görünüş.
(2)îfâ etmek: Bir işi yapmak.

(3)Ferd-i âferîde: Hiç kimse.
(4)Kabil: Mümkün, olabilir.

(5)Cüz’î irâde: Allah’ın insana verdiği seçme, yapıp yapmama gücü.
(6)Riyâzet: Az yiyip içme, az uyuma, çok ibâdet etme, dünyâ lezzetlerinden sakınmak sûretiyle nefsi terbiye etme.

(7)Şenâat: Kötülük, fenâlık, alçaklık.
(8)Bahr-i Muhît-i Hindî: Hint Okyanusu.

(9)îlâ-yı kelimetullah: İslâm dîninin esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret,bu yolda yapılan cihat.
(10)Muhkem: Sağlam.

(11)Zehap: Sanma, öyle zannetme.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!