Mehmet Akif Ersoy ve Milliyetçilik

0
828

Mehmed Âkif Ersoy’u, vefat yıldönümünde rahmetle yâd ediyor; mânevî huzûrunda hürmet ve minnet duygularıyla eğiliyoruz.

Âkif’in milliyetçiliğini anlatan aşağıdaki satırlar, merhum Nureddin Topçu’ya âittir:

Milliyet, en kısa ifâdesiyle târih ve toprak şuûrudur.

Bir milletin târihi, fertlerinin elli altmış senelik ruh yapılarının nesilden nesle geçmesiyle asırlar içinde oluşunu tamamlamış, beşyüz veya bin yıllık büyük ve tam olmuş bir ruh yapısını meydana getirir.

Millet, târih içindeki hâdiselerin yoğurduğu bir varlıktır. Mâzîden hâle doğru gelen ve bizden de akıp istikbâle giden bir nehir gibidir.

Bir milletin fertleri, uzvî yaşlarıyle elli altmış yaşında olsalar bile, rûhî yaşlariyle, irâde ve hürriyetleriyle, örfleri ve inanışlariyle kendi târihlerinin yaşındadırlar.

(Âkif’in) Milliyetçiliğinin kaynakları ne idi? Neden Âkif milliyetçi idi?

Âkif’in milliyetçiliği şu iki unsurun karşılaşmasından, kaynaşmasından doğmuştur. Birisi, onun ruh yapısına bütünüyle gömülmüş, sinmiş olan târih, mâzî, mefâhir, ecdad duygusu.

Bu âdetâ onun varlığından ayrılmayan içgüdü gibi bir şeydi. Sanki o kendine baktığı zaman, bin yılı görüyordu; tanıyor, teşhis ediyordu.

Âdeta bir içgüdü ile kendi benliğinde bin yıllık târihini okudu, tanıdı, ecdâdı ile karşılaştı.

Onların hepsinin karşısında hürmetle eğildi.

Hepsine, târihinin büyüklerine, mefâhirine, mâceralarına, ıztıraplarına söz verdi ve bunların huzûrunda yemin etti.

Biz, onun bakışlarında bu yeminin bütün kahraman ifâdesini görebiliriz. Milliyetçiliğinin şiddet, hareket kazanması, sonunda bir isyan hâline gelmesi ise, gitgide kendisini tatmîn etmez olan ahlâkî yapının tâmiri, kurtarılması zarûreti oldu.

Bu, onun milliyetçiliğinin ikinci unsurudur.

Bu ahlâkî yapı üzerinde, bu ahlâkî sefâlet bahsinde Âkif lâkayd kalamıyordu.

O’nun vicdânı pazarlık kabûl etmiyordu, bir sınır tanımıyordu.”Bu da olur canım, işte başkaları bizden daha kötü” gibi bir hükmü, ona kabûl ettirmek, dinletmek kaabil olamazdı. Âlâyı istiyordu, çünkü sonsuzluk yolculuğuna çıkmıştı, Allah’a inanmıştı. İlâhî irâdeyi seyretmişti.

….

Târihin hâdiseleri, düşüncemize istikamet verici hükümlerdir.

Onlar mantığımızı tamamlar, gerçekler hatâlarımızı düzeltir. Malazgirt, Niğbolu ve Plevne’den önce düşmana karşı denk kuvvetlerle harbe girişmek aklın, mantığın ilmin îcâbı idi.

Târihin hükmü, aklın, mantığın ve ilmin bıraktığı boşluğu doldurarak en doğru hikmeti ortaya koydu.

Düşünüş tarzımızı değiştirdi; Alp Arslan, Yıldırım ve Gâzi Osman’dan sonra düşmana denk olmayan kuvvetlerle, lâkin bu kahramanlar gibi harb etmenin lüzûmunu öğrendik. Sultan mı büyük, din velîsi mi?

Önce, sultan büyük sayılıyordu.

Lâkin Hacı Bayram, İbn-i Kemâl ve Zembilli Ali Cemâlî’den sonra, din velîsinin sultana üstünlüğü aklın fermânı oldu. Bu hikmetler, târihin şuurlarımıza sunduğu hakîkatlerdir.

Birinci Dünyâ Harbi’nden sonra târihimize son darbe de vurulmak istenirken, Âkif, “Bülbül”ü yazdı:

Ne hüsrandır ki: Şarkın be vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûybîlerin, Fâtihlerin yurdu.

Toprak diye adlandırdığımız vatan duygusu, Nâmık Kemâl’den sonra Âkif’in şiirinde sanat heyecanları hâlinde yaşanmıştır. Safahat’ının hepsine hâkim olan vatan hissi, “Âsım”da dikkate değer bir realizme bürünmüştür.

Âkif’in manzum romanı diyebileceğimiz bu idealist eserde en realist kalemle çizilmiş tabiat parçalarının yanında Çanakkale Şehitleri’nin gömüldüğü ideal âlemi temâşâ ediyoruz.

Vatan topraklarının perişanlığı içinde yaşanan mâtemin ilâhî tesellîsini sunan bu muhteşem tabiatın sahnesi, selâmete ulaşan bütün ruhların mezarı sayılsa yeridir.