Sâdece muhâfazakâr, vatansever, mâzîmize ve târihimize bağlı olmamızın kâfi olduğunu zannetmek son derece eksik bir tespittir. Zîra içine kapandığımız taassup karanlığı yüzünden, İslâm îmânına arpa boyu olsun faydamız dokunmamaktadır.
Meselâ evimizde kaç göç ile harem-selâmlık hayâtı yaşayarak kimlerden neler kurtaracağımızı düşünmekte bulunuyoruz?
Eskiden bir köylü bile: “Amelde İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe” derdi. Bugün ise İbn-i Teymiye… Bir başka taraftan da Şiîler İslâm âlemini katı ve koyu bir taassup içine hapsederek, Kur’ân’a karşı hayranlık duyanları İslâm îmânından uzaklaştırmakta bulunuyor.
Bugün gerek Avrupa’da gerek Amerika’da İslâmiyet’e karşı bir akış ve arayış mevcut bulunuyor ise de bu teşneler, taassubun değil, tasavvufun yumuşak, medenî ve insânî câzibesine takılarak ihtidâ etmekteler.
Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî imamların, Hicaz bölgesinde yetişmelerine karşı İmâm-ı Âzam, Kûfe ve Bağdat’ta yetişmiştir. İşte Türkler de hemen bütünü ile Hanefîliği benimsemiş ve asırlar boyunca, mezheplerini himâye etmişlerdir.
*
Tasavvufun, zamân-ı saâdetin âlem-i İslâm’ı çağırdığı birlik dâvetine ters düşen bir anlayış, bir ayrılık gayreti ile İbn-i Teymiyeciler ve Şiîler, kendi anlayışlarının zaferi için gerek neşriyat gerek kaset gibi çeşitli çârelere başvurmakta ve bilhassa kesenin ağzını cömertçe açarak zümre ve şahıs menfaatlerini kollayıp menfaatlendirmek yolunu da ihmâl etmeden, anlayışlarını kökleştirmeyi âdeta bir îman borcu olarak şiddetle kullanmaktadırlar.
*
Bugün Türk halkının, mâruz kaldığı tehlikeli saldırışı çok iyi görerek ona göre ayağını denk atması gerekmektedir.
Yalnız batılılardan değil, ne yazık ki îman birliğine sâhip müslüman ülkelerden de vâkî olan saldırılar, Türk’ün îman hayâtını rencîde ederken, bu tefrikanın altında yatan gerçek sebebin, siyâsî menfaatler olduğuna şüphe etmemek lâzımdır.
Eğer İslâm âlemi bir kütle-i vâhide hâlinde, birbirleri ile perçinleşecek olgunluğu elde edebilecek olsa, hemen bütün dünyanın, bu yekparelikten kazançlı ve kuvvetli çıkacak o İslâm âleminin karşısında dize gelmesi hiç de yadırganamaz.
Şu halde kabahat, âlem-i İslâm’ı parçalayıp tuz buz etmek isteyen düşman kuvvetlerinde değil, doğrudan doğruya bizde, biz Müslüman geçinen gaafil, nâdan, Allah’ın kendilerine bahşetmiş olduğu ilâhî mesajı yerine getirmeyen bizlerdedir.
Bilâl Habeşî, Resûlullah’ın yaşadığı ülkenin çok uzağından gelmiş bir Habeşti.
Selmân-ı Fârısî İranlı idi. Ama Hazret-i Peygamber, onun için:”Selman her fırsatta âli” demek suretiyle renk, ırk farklılığının bir ayrılık sebebi olmadığını beyan etmiş olmasına rağmen, işte biz, o ulvî îkazı çoktan unutmuş bulunuyoruz.
Hem de siyâsî sebepler gibi uzlaşılması hiç de güç olmayan ednâ takıntılar yüzünden âlem-i İslâm’ı bir çekişme ortamına çekerek îmânın müşterek kuvvetinden mahrum bırakmak gibi hacil ve utanılacak bir günâhı işlemek hıyânetini gösteriyoruz.
Bilmem, İslâm coğrafyasındaki bu çatışma ve geçimsizlik yüzünden ne zaman utanacak ve “tecdîd-i nikâh” ile yeniden birleşip, o yüce Peygamber’in huyu ile huylanacak, tevhit yolunun yolcusu olacağız?
Sâmiha Ayverdi – Dünden Bugüne Ne Kalmıştır,I. Baskı 2006., s.130-132)