(Kâinatı idâre eden ana kanunlar, ezelden ebede kadar değişmeden devam eder. Var olduğundan beri bu kanunların sırrını çözmek dâvâsında olan insanoğlu, asırlar boyunca yaratılmışlar içinde yalnız kendisine açılan esrârı keşfede ede bugünkü kemâline erişmiştir. Lâkin önünde daha dağlar, deryâlar vardır.
Kâinat hâlâ bütün düzeni ve hârikulâde âhengi ile insanın önüne serilmiş, sırrını okuyup çözecek gözleri ve kafaları beklemektedir. Hakîkat bir tek, fakat ona bakan gözler milyonlarca ve milyarlarca kerre birbirinden farklıdır.
İşte değişmeyen gerçek karşısındaki bu farklılık bize muhtelif tefsirler ve görüşler getirmektedir.
İlim objektiftir, değişmeyene dayanır ama tefsiri âlimin îmânından, hissiyatından ayrı düşünülemez.
İlim, güneşin doğuş ve batış kanunlarını, maddesini enerjisini, zaman içindeki seyrini tesbît ederek vazifesini yapar, fakat âlim îmanlı ise bu kanunları yapıcısına yâni ezel ve ebedin yaratıcısı olan Allah’a, îmansız ise tabiat düzenine bağlar.
Îmânın çok kuvvetli olduğu hallerde ise varılan hakikatler, çözülen düğümler inanılanı isbât yolunda birer delil olarak kullanılır. Bu bakımdan dâvâ adamları, şâirler ve sanatkârlar ilmin dışına çıkmasalar da tefsirinde hissîdirler, hatta hissî olmaya mecburdurlar…)