Geçenlerde Türk Mûsıkîsi adı ile yapılan yayını dinliyordum.
Bir ara kendi kendime: “Şu an III.Sultan Selîm de benimle berâber burada bulunmuş olsa idi acaba ne der, ne söylerdi?” diyesim geldi. Geldi ama hemen Sultân’ın hayâli: “Sen dinlemeye çalış. Benim tahammülüm yok… dinleyemezdim,” diyerek kaçıp gitti.
Hamâmîzâdeler, Zekâî Dede’ler, Hâfız Post’lar, Tanbûrî Ali Efendi’ler, İzak’lar gelseler bâri derken bestekârlardan gelen sesi unutmak kaabil mi? “Bize hiç mi acımıyorsun?
Hadi aklın varsa sen de durma, kaç,” derken gene kendi kendime belki Hacı Ârif Bey, Şevki Bey, Lem’î Atlı hattâ Ahmet Râsim gelseler şöyle bir dertleşsek, dedim. Ama onlar da muztarip, küskün çekilip gittiler.
Karşımda bestekâr olmayan, çalıp söylemesini bilmedikleri halde dinleyip hüküm vermek zevkinin derinliklerine varmış bir Türk mûsıkîsi jürisi bulunuyordu.
Bu heyetin iki dudakları arasından çıkacak karârın ya berâat ya da mahkûmiyet damgası vurmaya salâhiyetli olduğunu biliyordum.
Ama, bir millî kültür, millî terbiye ve ruhu ile zenginleşip salâhiyet sâhibi olmuş bu heyet kıvranıyor, hüküm verememek çaresizliğinin acısını çekmekte bulunuyordu.
Zîra bestekârım diye ortaya çıkn insanlar, kalabalıklara takdim ettikleri bestelerini millî zevk, millî üslûp ve âhengin darmadağınık bir yoksulluğu içinde terennüm etmek mecburiyetinde idi.
Zîra dağarcığındaki bilgi, zevk ve âhenk akçesi öylesine kıt idi ki, kaçıp giden üstatların eteklerinden yapışıp onların kurdukları mâmûrelerde/gelişip mükemmelleşmiş eserlerde/ sefâ etmeleri imkânsızdı.
Yanımdan kaçıp gidenlerden hangisi olduğunu bilemediğim bir ses: “Bâri arada klasikleşmiş sayılan İstanbul piyasa şarkılarına, Rumeli serhat türkülerine, zeybek havalarına îtibar etseler, emîn ol, kaçanların hepsi geri dönerek sizinle berâber dinlerlerdi,” diyerek süzülüp gitti.