ANADOLU yakasının Göztepe’nin arkalarına düşen Merdivenköyü’ndeki ‘’Mama’’ Mesîresi… Yâhut ki, Boğaziçi’nde Sarıyer’de ‘’Fındıksuyu”… Çubuklu Çayırı, Göksuyu içerilerinde “Yedikardeşler’’ teferrüçgâhı…
Bâzanda Emirgân Korusu’nda, Üsküdar’da İcâdiye Tepesi’nde, Bağlarbaşı’nda da oynadıkları olurdu. Zâten ne ağırlıkları var? Beş, on sanatkâr, Zurnacı ile Davulcusu, Pusat –elbise Sandığı, Yenidünyâ tâbir edilen ve üç yüzlü paravanadan ibâret bulunan sözüm ona ev!..
Bu basit malzeme ile senenin müsâit günlerinde, açık havada bütün İstanbul halkına neşe ve neşât saçarlardı. Orta Oyunu’nun en son hakîkî üstâdı Kavuklu Hamdi Efendi ile Pîşekâr Küçük İsmâil Efendi idi ki, bu ikincisinin aramızdan ayrılması topu topu bir kaç yıllık vak’adır.
Diğer eşhâsı -şahısları- temsil edenler içerisinde de kıymetli san’at erbâbı yok değildi. Meselâ kadın rolü oynayan ve kendilerine Zenne denilen, billûr yaşmak altında en işvekâr bir saraylıdan ayırd ediemeyecek kadar muvaffak olan öyle kaabiliyetler vardı ki, seyircilere parmak ısırtırlardı.
Oyun günü, mesirenin küçücük kahvesi iğne atılsa yere düşmeyecek derecede kesif-yoğun,kalabalık-bir halk kütlesi ile dolar, redingottan gecelik entârisine, Raglan pardesüden Şam hırkasına, kukulatelı Avniye’den kolsuz Hayderî’ye kadar türlü kıyâfette erkekler arkasız alçacık iskemlelere çökerler, renk renk çarşaflı, Meşlahlı, Yeldirmeli kadınlar cıvıl cıvıl, seyrek kafeslerin ardında yer alırlar, zurna, Orta Oyunu havasını âğâz eyler ve biraz sonra meydanda Pîşekâr görünürdü.
O, başında avâre kavuğu, sırtında kürkü, elinde şakşağı ile ortaya gelir gelmez cemaatı selâmlar ve temsil edilecek oyunu haber verirdi.
Derken Zurna, Kavuklu Havası’nı tutturur, o esnâda seyirci kalabalığını yararak, arkasında Kambur ve aptal Çömezi ile Hamdi Efendi çıkardı.
Hamdi ile Küçük İsmâil’in muhaverelerine doyum olmaz, nükteler, cinaslar bir sel hâlinde birbirini tâkip eder, dinleyiciler de kahkahadan kırılırlardı.
Bilhassa Hamdi, son zamanlarda bir rüyâ tekerlemesi îcad eylemişti ki, rahmetli san’atkârın hayâl genişliğine ve kelâm kudretine delildi. Muhayyel -hayâlî- vak’ayı bir hakikat imiş gibi, ciddiyetine aslâ halel getirmeden anlatmaya başlar, rüyâ olduğunu tâ, en sonunda:
–Bir de uyanayım ki…
Diyerek ikrar ederdi.
Orta Oyunu’nu halka sevdiren; o târihlerde dram oynayan Mınakyan’ın Tulûat Sahnesi’nde şöhret kazanan Abdürrezzak’la Kel Hasan’ın, Şevki’nin ve henüz sivrilmeye başlayan Nâşit’in kuvvetli rekabetlerine rağmen yaşatan, Hamdi merhumun kendi san’atında dehâ mertebesine varan kudret, kaabiliyet ve muvaffakıyeti olmuştur.
Onun oyunlarına bütün İstanbul seve seve taşınırdı. Ressam Muazzez’in iptidâî fakat realist fırçası ile yaşattığı orta oyunu sahne ve seyircileri, benim hâfızamda yaşayan manzaraya tamamı tamamına tevâfuk eder. Hamdi’nin, herhangi bir tehlike sezen horozunkini andıran bakışları, Küçük İsmâil’in, müstehzi bir tebessümle daha da süzülen gözleri… Zenne’nin, saf zamparaları tereddüde düşüren işveleri… Frenk Doktor taklidine çıkan müteveffa Garbis’in maşa ile nabız tutması, Karadeniz uşağı Hayreddin’in arka arkaya bir araba dolusu lâf sıralayıp da, bu sel kelâmının karşısında afallayan Hamdi’ye:
–Hay, bırakmaysun ki içi lâf da pen edeyum!
Diye çıkışması, hâlâ gözlerimin önünde ve kulaklarımdadır.
Gençlik!… Ben bu oyunların hiç birini kaçırmazdım. Feyizli topraklarından pıtrak gibi yabanî çiçekler, al gelincikler, sarı noktalı papatyalar, mor devedikenleri, altın renginde, adını bilmediğim çeşit çeşit nebaplar fışkıran Çamlıca tepelerinden… Zümrüt gibi yeşil kâliçesini göz alabildiğine yerlere seren Uzunçayır’a iner, soluğu Mama’da alırdım.
Yâhut ki, Boğaz’ın mâvi suları üzerinde bir ok gibi süzülen küçücük sandalla Çubuklu’ya uçardım.
Oturmak için seçtiğim yer mutlaka kapı dibinde, kadınlara tahsis olunan kafesin pek yakınında olmalıydı.
Sâde ben mi? Hayır! Kanı kaynayan bütün gençlik orada idi. Önceden, özene bezene husûsî alaca kâğıtlar üzerine yazılmış, “Çoban Levantası” ile ta’tir edilmiş -güzel kokuyla kokulandırılmış- aşk nâmeleri, o toplantının içinde kadınlar tarafına geçmeye yegâne mezun simitçi, kâğıthelvacısı, fıstıkçı makulesi adamlar vâsıtası ile “öteye” iletilir, tatlı ve sonsuz bir heyecan içerisinde netîce beklenirdi.
Binde bir karşılık gören bu mâsumâne teşebbüslere mukabil kaç defâ hüsrana uğranıldığını sormayın! Gönüller o kadar teşne ve fırsatlar öylesine kıt idi ki, açık havadaki bu orta oyunu toplantılarının temin eylediği kolaylıklardan istifadeye kalkışmamak, elimizden gelmezdi… Ne yapalım?
Zurnanın ara vermeyen cırlak nağmeleri, davulun coşkun sesi, Kavuklu ile Pîşekâr’ın yârenlikleri… Arap, Acem, Kürt, Arnavut, Kayserili, Kastamonulu, Frenk taklitleri bir yandan içimize neşe saçıyorken, bir taraftan da kafes arkasından gelen Levanta kokuları, gevrek gülüşmeler, teşne nazarlara akseden tâze bir sîmâ hayâlhânemize, gelecek günler için bol bol sermâye verirdi.
Olgun çağdaki ve yaşını başını almış kimseler de orta oyunundan ziyadesiyle zevk alırlardı. İçlerinde her sınıfa, her tabakaya mensup sîmâlar vardı. Tâtil gününü en teklifsiz kıyâfetle geçirebilmekten haz duyan paşalardan tutun da, ocaktaki tencerelerini çırağa emânet eden ahçıbaşıya, ağızlarına birer torba geçirdiği hayvanlarını kendi hallerine terk eden arabacıya… Tâ Edirnekapısı’ndan koşup gelen meraklı “eybaba”ya kadar, hepsi yan yana, omuz omuza, basık iskemlelerin üzerinde sıralanırlardı.
Arap “Mama Dadı”dan korkarak, Hamdi’nin kallâvî kavuğundan ürkerek viyaklayan “fırlama”lar, kafesin aralığından içerisini ısrarla “dikiz” eden sırnaşık, boyalı bıyıklı, top sakallı herifi paylayan acûzeler… Gülünecek yerde gülmeyip alelâde bir muhaverenin-konuşmanın- ortasında birden bire makaraları koyveren ham ervahlar mı istersiniz? Hepsini burada bulurdunuz.
Orta Oyunu böyle bir âlemdi…
(*)Ercüment Ekrem – Yedigün Neşriyatı. (Yayın târihi belirtilmeyen fakat en az 90-100 yıllık bir geçmişe sâhip olan bu kitapçık ve albümün resimleri Münif Fehim’e âittir.