(………)Ortaköy tepelerinden sâhile süzülüp inerken, Galata’dan Kavaklar’a kadar yeşil bir canfes gibi uzayıp giden sırtlar ve sâhiller üstündeki yalı, köşk, kasır, câmî, türbe, çeşme, sebîl, kışla, kale, tabya gibi sivil, askerî veyâ dînî mîmârî arasında göze çarpan binâlardan şüphe yok ki Çırağan Sarayı başta gelir. Vaktiyle hasbahçelerden bir bahçe olan bu semti Dördüncü Sultan Murad kız kardeşi Kaya Sultan’a hediye etmişti. Nevşehirli İbrâhim Paşa ise Üçüncü Sultan Ahmed’e dâmad olunca, genç ve güzel karısı Fatma Sultan’a aynı mevkîde bir saray yaptırmış ve bir kelebek gibi zevkten zevke konan gönlü, bu sarayı, Çırağan eğlencelerinin coşup taştığı bir hayâl ve efsâne sahnesi hâline getirmişti.
Amma, devlete de devletliye de yâr olmayan dünyâ, günün birinde bu sahîfeyi kaparken, yeni devirler açmaktan, yeni devletlileri buyruk sâhibi etmekten geri kalmamıştı. Nitekim 1804’de Üçüncü Sultan Selim, sarayı yenilemiş, arkasından İkinci Sultan Mahmud ilâveler ve tâdiller yapmıştı.
Dolmabahçe Sarayı’nın inşâsından sonra da Sultan Abdülmecid aynı yere yeni bir saray yaptırmak üzere eskisini yıktırmış fakat ilerleyen hastalığı yüzünden arzûsunu yerine getirememiştir. Geri kalan bu iş Sultan Abdülaziz tarafından netîcelendirilirken, iki buçuk asırdan beri içinde mukaabele icrâ olunan meşhur Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni de içine almak sûretiyle saray yapılmıştır.
Evliyâ Çelebi’nin:
“Semâ’hânesi denize nâzır bir fevkaanî mevlevîhânedir ki musanna’ tabanı kubbe-i lâ’l-gûndur. İstanbul’da ve gayri diyarda misli yoktur. Üstadlar benzerini inşâ edemezler.” Dediği Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni istimlâk eden pâdişah, yerine, evvelâ Maçka’da sonra da Bahâriyye’de geniş bir arâzî ile berâber ihsanda bulunarak mevlevîhânenin orada ihyâsını sağlamış ise de artık Boğaz sularına bakan bu târihî binâdan, yalnız sarayın altındaki mevlevî kabirleri kalarak, arkasından hâtıralar ve hicranlar bırakan bir azîz dost gibi göçüp gitmiştir.
*
Gitmiştir amma, daha gitmeden hayli zaman evvel, Mevlevîhâne’nin hemen yanı başında bulunan saraydan bu tarafa bir ricâlı ses yükselmişti. Devir, Şeyh Hasan Nazif Dede Efendi’nin postu işgal ettiği devirdi. O Nazif Efendi ki, yeryüzünde bir hırkası bir sikkesi olan adamdı. Belki “benim” diyeceği bir döşeği bile yoktu. Gecenin ileri saatlerinde “müttekâ”sına dayanarak uyur – uyanık bir hâlette sabahlamak âdeti idi.
İşte, günlerden bir gün, saray, dergâhın bahçesindeki bir servinin, manzarayı bozduğu mülâhazası ile, kestirilmesi için Nazif Efendi’den ricâda bulunur. Şeyh Efendi’den pâdişâha giden cevap şu olur: “Bir dergâhın değil ağacını kesmek, bir yaprağını dahî zâyî etmekten korkarız, Zât-ı Şâhâne’ye böylece arzedesiniz…”
Zât-ı Şâhâne’ye arzedilir… Amma ricâsı kabul edilmeyen pâdişâh kızıp gazaba geleceği yerde, Şeyh Efendi’ye son derece kıymetli, mücevherli, yakutlu zümrüdlü murassâ bir cep saati yollar.
Bu defa da Nazif Efendi bu atiye-i şâhâneyi havana koyarak tuz – buz eder ve: “Biz derviş kişileriz; böyle şeyler kullanmayız!” diyerek, hurda hâline getirdiği saati saraya iâde eder.
Fakat bu muâmele karşısında da gene sarayın sesi çıkmaz ve mânevî makaamın celâdeti karşısında saltanat makaamı bir kere daha susar.
*
Neydi bir mevlevîhâne? Neydi bir tekke? Neydi bir derviş?
Rifâî,Kadirî,Mevlevî diye ayrı isimler altında aynı rûha aynı gayeye aynı aynı yürek yanığına sâhip olan derviş için tekke,müşterek terbiye’nin,müşterek görgünün,müşterek felsefenin pişirilip kotarıldığı bir ocaktı.
İnsan oğlunun kendi benliği ile temas hünerinin bir nevî lâboratuarı olan tekke, bu meçhul, bu tehlikeli, bu karanlık benliği, bu gayrı meş’ûru, aşka ve îmâna dayanarak aydınlatıp arıtan, düze temize çıkaran bir mektep idi. Harekete geçirdiği ve yardımını istediği hemen bütün güzel sanat kollarının yan yana göründüğü bu dershâneye, bir terbiye ve irfan meydanı demek câizdi.
Şüphe yok ki kendi benliğimize, benliğimizin tanımadığımız kıyı ve köşelerine inebilmek için mûsıkînin, raksın, şiirin, hattın coşturucu imkânları en samîmî en ciddî yardımcılarımızdı.
Kendi benliğinin meçhulleri içindeki zaafları, çirkinlikleri, sakatlıkları, bozuklukları sezip yakalamak, yakalayıp imhâ etmek güç dâvâ… Belki de göklere çıkmaktan, yer altında gezmekten de güç…
İşte kendi hakîkatiyle âşinâlık kurabilendir ki kendini kendi aynasında görür. Kendini kendi aynasında görendir ki, kendini Hakkın aynasında görür. Kendini Hakkın aynasında gören ise, kendini cümle âlemin aynasında görür ve her gün duyup tekrarladığımız Lâ ilâhe illallah ilmini, Allah’tan başka Allah yok dediğimiz halde sözde kalan bu ilmi, nazariyat ve tatbîkaatıyle ancak bu ocakta öğrenebilirdi.
Sâmiha AYVERDİ
Boğaziçi’nde Târih