“Bir devletin toprakları üzerinde cereyan eden savaşlardaki zafer ve hezimeti gözler görür, kulaklar duyar, tarihler yazarlarsa da bir milletin manevi değerleri üstündeki tahribatı görmek için ancak basar-ı basiret gerekir. Bu babtaki gafletimizin acısını asırlardır çekmekte bulunduğumuzu bilmem nasıl inkar edebiliriz.” Sâmiha AYVERDİ
Bir gün Bağdad’da İmâm-ı Âzam’ın kapısı çalınır.
İklimin sıcaklığını kesmesi için sokaklar dar ve evler de hayli yüksek tutulduğundan merdivenleri de çoktur. Bir ara kapıyı açmak üzere Hazret yukarıdan aşağı iner. Fakat sağa sola baktığı hâlde kimseyi göremeyince tekrar yukarı çıkar ve kitabını okumaya başlar ki, bu ara bir kere daha kapının çalındığını duyarak tekrar aşağı iner. Fakat gene ortalarda kimseyi göremez ve bu hâl tam üç defâ tekerrür eder. Dördüncüde kapıyı çalan Yahudi, İmâm-ı Âzam’a yerde yatan köpeği göstererek:
“Hazret, sen mi fazîletlisin, yoksa bu köpek mi?” diye sorar. Kendisini dört defâ aşağı indiren adama İmâm-ı Âzam, gayet sâkin: “Hayvanlar akılla mükellef olmadıkları için mes’ûliyet sâhibi değildirler. Böylece hesaba çekilmeyecek, ne azap, ne de mükâfat görmeyeceklerdir.
Amma Cenâb-ı Peygamber’in buyurduğu:
(Hepiniz çobansınız ve sürünüzden mes’ulsünüz) kavli gereğince akıl ve irâdemi hayırlarda kullanırsam ben o köpekten daha fazîletli olurum. Amma çobanlık ettiğim âzâ ve cevâhirimi kötülüklerde harcarsam, hiçbir mes’ûliyetle mükellef olmadığı için köpek benden fazîletlidir.” Cevâbını vermiş. Bu açık ve dürüst cevâbın Yahudi’yi Kur’an mûcizesine bağladığını bilmem söylemeğe lüzum var mı?
Azınlıklar arasında Türk civanmertliğine şükran bir yana,
kendi gaddarlıklarının suçunu asırlardır huzûr içinde yaşadıkları ülkenin insanına yüklemek istiyen Ermeni cemaati içinden Demiryolu Şirketi’nin âmiri Mûsevî vatandaşımız kadar insaflı biri çıkıp Ermeni’nin, İran’la Bizans’dan yediği darbenin acılarını durdurmuş olan Türkler’e minnet duymaları gerekirken, işledikleri zulüm ve gaddarlıkları tıpkı kaçabilmek için hırsızın kendisini kovalıyanların arasına karışarak, onlarla berâber “Hırsız var, hırsız var!” diye sıvışmak istemesine nasıl benzetilmez?
Birinci Cihan Harbi’nden sonra Şark vilâyetlerimizde kadın, çoluk çocuk demeden Türk kanı döken Ermeni çetelerinin zulüm, işkence ve şenâatlerini, bir yolunu bulup canını kurtaranlardan dinlediğimizi bütün canlılığı ile hâlâ duyar gibiyim. Rus’dan görmediğimiz zulmü Ermeniler’den gördük, diyen bir bağrı yanık vatandaşın sesini biz duyduğumuz hâlde Batı’nın haçla tıkalı kulakları işitmiyor. Acaba onu sağır eden bu taassup tıkacını çıkarsak duyabilir mi?
Keldânî Cemaati’nin reisi olan
Musullu Hıristiyan bir zatla 1951 senesinin sonunda tanışmıştık. Kendisine sivil paşalık ünvânı verilen, sonra da âyân âzâlığı ile taltîf edilmiş olan bu yaşlı zat, Abdülkerim Paşa idi. Türk tab’ası olan bu görmüş geçirmiş adamdan, kendisine vâkî olan revcîhin yanı sıra karısına da pâdişah tarafından Vâlide Paşa ünvânının münâsip görüldüğünü ve sarayda da tercümanlıkla vazîfelendirilmiş olduğunu kendi ağzından dinlemiştim.
Asil Bey ve Emir Bey isimli oğulları ise kendisini tanıdığım senelerde Türk tabipleri arasında mesleklerini icrâ etmekte hiçbir zorluğa ve direnişe mâruz kalmadan refahlı hayatlarını sürdürmekte idiler.
Müslüman Türk buydu işte. Ama kulakları çanın ve haçın uğultusu ile sağırlaşarak gerçekleri duymaz hâle gelmiş fanatik Batı’ya bu hakîkatleri anlatmak hemen hemen imkânsız.