Önce çiçekler sarardı.
Sular azaldıkça, balıklar kayboldu ve kurbağa sesleri duyulmaz oldu.
Nice sonra ise, ırmak yatağında sâdece sivrisineklerin davulu çalınır oldu.
Ben, hâlâ Gözyaşı Irmağı’nın o debdebeli sularını beklerken, günlerden bir gün oraya atlılar geldi. İçlerinden biri:
-İşte! dedi, suçlu bu! Tez yakalayın!
Neye uğradığımı anlamadan beni tuttular ve bir ağaca bağladılar.
Atlıların reisi:
-Yüz sopa vuracaksınız, yüz sayınca duracaksınız. Yüz sopada ölürse, atın leşini ırmak yatağına..belli ki murdar gitmiştir. Yok, sağ kalırsa tekrar düşünürüz.
Dedi ve vurmaya başladılar. Kırka kadar saydımsa da, ondan sonrasını hiç bilmiyorum.
Bildiğim ve en son duyduğum söz:
-Seni gidi secdesiz! Sözüydü.
Gözlerimi zorlukla açtığımda, yüzümü bir köpek yalıyordu ve nur yüzlü bir ihtiyar,
Başucumda Kur’an okuyordu: “Onları, secde izlerinden tanırsın.”
Sürünerek ırmağa kadar gittim ve “tanınmak” niyetiyle, başımı ırmağa verdim.
Irmağın suyu ne zaman gürleyip gelmişti, bilmiyorum. Ortada ne atlılar vardı, ne de bembeyaz giyimli o ihtiyar.
Sâdece, bir ses:
-Secden secde olsun! Dedi, o kadar.