Daha önce kendisinden söz ettiğimiz merhum Eflâtun Cem Güney, aşağıdaki yazıda, Hoca Nasreddin’e bir tenkidçi gözüyle bakarak şöyle diyor:
Nabza şerbet vermesini bilen Nasreddin Hoca, bizim yüzümüze mi gülüyor? Yoksa biz onun sözüne mi gülüyoruz? Her ne ise bir “gülme” keyfiyeti var ortada. Fakat, bu, ne gülmüş olmak için gülmek, ne de güldürmüş olmak için güldürmektir.Bu gülüş, bir felsefenin san’at oluşudur. Bu îtibarla, rahmetlinin fıkralarında belli başlı üç unsur var: düşünce, mizah ve san’at…
Hoca’nın târihî şahsiyeti, şüphe götürmez belgelerle aydınlatılamadığı gibi, fıkralarının mayası sayılan bu unsurlar da bugüne kadar ilmî bir metodla incelenmiş değildir.
DÜŞÜNCE
Hoca’nın fıkraları, bir insanın başından geçen olayların kuru bir ifâdesi değil, derin bir hayat görüşünün o olaylardan çıkardığı gerçeklerdir. Bu gerçekler ise, şahsî bir “seziş” olmaktan ziyâde, toplumun bir “görüşü”, tâbir câizse, bir halk felsefesidir.
Gerçekten, bu hayat, halka göre; nereden gelmiş nereye gidiyorsa, halkın yarattığı bir şahsiyet olarak, halk gibi gören, halk gibi düşünen, halk gibi yaşayan Hoca’ya göre de öyledir. Denilebilir ki, “Hoca’nın olaylardan çıkardığı gerçekler” dediğimiz; halkın olaylar karşısında duyduğu, düşündüğü ve âdeta Hoca’nın ağzına vererek söylettiği şeylerdir; hem de târih boyunca; her yerde ve her devirde…Bunun için Hoca’nın fıkraları bize, bizden, bizim içimizden gelen sesler gibi…
Parayı veren düdüğü çalar… Acemi bülbül bu kadar öter… Vermeye gönlü olmayan ipe un serer… Yorgan gitti, kavga bitti…
Her cemiyetin tuzu, biberi sayılan bu lâtîfelerin çoğu atalar sözü gibi “atasözü” hükmüne de geçmiş ve yerine göre, bu atasözleri, karanlık duygulara ışık, dağınık düşüncelere odak, kararsız ruhlara îman olmuştur.
MÎZAH
Bir şeye inanmak başka, onu benimsemek başka…Doğru söz, samur kürk olsa, kolay kolay kimse üstüne almazken, Hoca’nın her sözünün bir hikâye, her hikâyenin bir atasözü oluşundaki sır ve sihir nedir?.. Onların “hoş oluşu”, “şaka” oluşu… Gerçekten Hoca, her sözünü bir tebessüm yapmasını bildiği için sevilmiş, benimsenmiştir. Zâten Türk milleti, “gülmek”ten hoşlanır; hele zarif nükteler olursa. Fakat, olayları mizahın süzgecinden geçirerek gülünecek şeyi yakalamak sanıldığı gibi kolay değil; rûhun ayrı bir kabiliyeti bu; yoksa “gülünç” olanı yakalayayım derken, “gülünç” olmak da var işin ucunda…
Rahmetli; ne başkaları gibi olayların tuhaflığını diline doluyor, ne de ipsiz sapsız sözlerle kaba nükteler yapıyor; mizahı yapan onun sözleri, kelimeleri değil; rûhu ve görüşüdür. Bu ruhla, baktığı şeyin kan alacak damarını buluyor; bu görüşle en ciddî görünen olayların bile “gülünç” taraflarını görüyor; onlara gülüyor, onlara güldürüyor. Ara sıra kara kadı gibi saman altında su yürütenlere ve hele subaşı gibi yanına tütsü ile bile varılmayanlara da gülüyor ama, ya gülerek iğneliyor, ya da iğneleyerek güldürüyor.
Ve lâkin, yine bir ucunu kendine batırdığı için, sözleri, öylelerine bile batmıyor. Fakat karşısındaki, şaka etmesini bile bilmeyen saf, zevzek bir adamsa onların hâline gülmeyi hatırından bile geçirmiyor. “Kulun ayıbını yüzüne vurmamak” için kendisini safderun bir adam yerine koyuyor; gülünecekse kendine güldürüyor. Kendine gülmek, kendine güldürmek, yine de gülünç olmamak!.. Belki en ince, en nâzik mîzah bu!
Böylesi mizah, ancak Hoca gibi rûhunu başka ruh yapmasını bilen kural dışı yaradılışlı bir adama nasîb olabilir; böyle biri dünyâmıza bir daha ne gelmiştir, ne gelir; Türk halkının yarattığı mizah dehâsıdır O…
SAN’AT
Ne kalem var elinde, ne fırça; ne harflere bürünüyor, ne şekillere…
O hâlde, şen mîzâcının imbiğinden çektiğini neyle çekip çeviriyor Hoca? Yûnus Emre, engin bir iç dünyâsını ne ile bir damla gözyaşı hâline getirebildiyse, Hoca da koca bir âlemi, onunla bir tatlı tebessüm yapabilmiştir. Bunun bir tek adı var, yalın söz!
Yalın söz; yalın kılıç gibi kınsız, kılıfsız söz. Yâni, halkın her türlü süsten, zînetten uzak konuşma ağzı…
Mizâcının en karakteristik özelliği “hazır cevaplık” olan biri için bundan âlâsı mı olur. İşte bu yalın söz, Hoca’nın kolu, kanadı olmuş; bununla düşünüp, bununla ifâde etmiştir. Bu yüzden, şakaları, dilinin ucuna geldiği gibi söylenmiş hissini veriyor; o kadar samîmî, o kadar doğal… Asıl san’at da bu değil mi, hiç san’at yapmamak; özenip, bezenmeden yalın dilin mîmârîsini kurabilmek.
Bundandır, Hoca’nın şakaları, o günün birer lâtîfesi olarak, dudaklardan uçup gitmemiş; bunlara sebep olan olayları da içine alarak, zamanla her biri bir fıkra, bir hikâye, daha doğru bir deyimle, birer “halk hikâyesi” olmuştur. Dillere destan olan bu hikâyelerin asıl sivri ucu, Hoca’nın ağzından çıkan son bir çift sözdür. Düşünce, mizah ve san’at unsurlarının üçünü de içinde saklayan bu bir çift söz, atasözleri gibi kısa ve onun gibi sonsuz bir bilinenden ayrı başka bir anlam vermeye ve açıklamaya uygundur. En orijinal san’at, dediğimiz gibi, san’atsız görünmekse, en büyük san’at da, sözü öz yapmak, bir cildi bir satıra sığdırmaktır.
Ömründe hiç de edebiyat kaygısı çekmeyen Hoca, sonsuz zevkin, sonsuz kıymetin bu sırlarına dehâsıyle erişerek sonsuzlaşmıştır.