Tarih, Türkler’den çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki bunlar medeniyetin birer ziynetidir.”
Alman târihçi HAMMER
Türklüğün İstikbâli
Türkler’i, gerek Selçuklu gerek Osmanlı devirlerinde, vâsıl oldukları medeniyetlerinin yaratıcı ve terkipçi şuûruyla târih sahnesine çıkaran ve bu oluşu vücûda getiren sırlar nelerdir?
İşte bu tılsımı bulmak, geçmiş adına ne kadar mühimse, hâl ve gelecek nâmına da o kadar ehemmiyetli ve lüzumludur ki, bu şifre çözülmedikçe, Türklüğün istikbâlini açacak anahtarı bulmak kaabil değildir.
Şuna inanmak yerinde olur ki, devrini tamamlamış ve ilmin hâfızasına devrolmuş bu târih realiteleri, vakti geçmiş, vazîfesini tamamlamış keyfiyetler değildir.
Belki geleceğin temellerini teşkîl ettiği için,
cemiyet olarak, büyük bir uyanıklık ve şuurlu bir tecessüsle üstünde durmamız gereken gerçeklerdir.
Zîra istikbâlin kulağına söylenecek söz, gözüne gösterilecek istikaamet, vâdesini tamamlamış bu târih hazînesinin derinliklerinde saklıdır.
Selçuklu ve Osmanlı Türklüğü, târihin bu çok eski kavmine yeni bir iklim, yeni bir coğrafya ve yeni bir medeniyet ufku açarak, Türk’ün kaderine ihtişamlı bir devam sağlamak sûretiyle bütün dünyânın dikkatini, birçok defâlar da, endişe ve korkusunu üstünde toplayan bir fatih millet, bir medeniyet yaratıcısı olmuştur.
İşte bu yüzden biz de kitabımızda,
Selçuklu ve Osmanlı devirlerine daha geniş mânâda temâs ederek, bu iki medeniyetin askerî, siyâsî, idârî, içtimâî, hukûkî, iktisâdî, bediî, dînî ve kültürel cephelerini, organik bütünlüğünü bozmadan ele almak istedik.
Zîra muhteşem bir âhenk arzeden bu medeniyetlerin bâzı müesseselerine parmak değirmek, bâzılarına ise baş çevirmek sûretiyle bütününü tanımağa imkân yoktur.
Çünkü bir seferler, zaferler, hezîmetler silsilesi olan askerî ve siyâsî faaliyetlerin içtimâî ve idârî mekanizmaya tesirinden nasıl sakınılmazsa, idârî ve içtimâî gelişme ve sarsıntıların da askerî ve politik netîcesi inkâr edilemez.
(….) Fakat peşin olarak kabûl etmek lâzım gelir ki, bugün Türklüğün târihî mâcerâsını aksettirebilmek yalnız müşkül değil, belki de muhâldir.
Hele bir Osmanlı târihi yazmağa kalkışmak,
ciddî ve tarafsız bir ilim anlayışına ve çok uzun kollektif bir mesâîye dayanmak sûretiyle ancak bir heyetin ve heyetlerin başarması mümkün olan işlerdendir.
Şöyle ki, Osmanlı patronajı altında yaşamış veyâ İmparatorluk’la kader birliği etmiş veyâ denizlerde karalarda onunla yaka yakaya cenk eylemiş devletlerin arşivleri ciddiyet, sabır ve ilmî çalışmalarla elden ve gözden geçirilmeden, bu büyük dâvânın hâlledilebilmesi ve gizli kalmış noktaların ışığa çıkarılabilmesi mümkün değildir.
Pek tabîi ki bu kaynaklardan ilk hatıra gelenler,
Bizans, Avusturya, Macaristan, Lehistan, Venedik, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Tunus, Cezâyir, Fas, Mısır, Irak gibi devletlerin evrak hazîneleridir.
Yoksa alışılageldiği gibi bu iş, mevcud ve sürümde olan malzemenin bir tekrârından ve tatlı tatlı anlatılan anektod tipi kronikler seviyesinden öte geçemez.
…vatanı ve îmânı yoluna baş koymuş bir insan sıfatıyla ve gönül rahatı ile şunu söylemek isterim ki bu kitap, millî îmânın ve asırların arkasından yuvarlanagelmiş bir kütle ıztırâbının dile gelmesinden ibârettir.
Tâ ki cemiyet olarak,
bilmeğe ve görmeğe şiddetle muhtaç olduğumuz gerçeklerin çehresine ayna tutup, bâzı heyûlâ zümrelerin şerrinden çekinmeksizin, hakîkatlerin ve dalâletlerin muhâsebesini yapabilelim.
Hattâ ve hattâ, bir milletin târihî mâcerâsı üstünde söz söylemek cesâretinin bünyeleşip böyle bir eser hâline girmesi, müşahhas bir makama karşı mes’ûliyet sâhibi olanlar cümlesinden bulunduğum, “Bir hakkı yerine getirmemek zulümdür” diyen bir ustanın çırağı olduğum içindir, demek isterim.
İşte bu mânevî mes’ûliyet hissidir ki, prensip adına yaptığı zorlama ile bu kitabın yazılmasında müessir olmuş ve doğru bildiğime doğru, eğri bildiğime eğri dedirtmiştir vesselâm.
Sâmiha AYVERDİ, Türk Târihinde Osmanlı Asırları
“Türk tarihinin seyir ve tekamülü ardınca yürüyebildiğimiz ölçüde atılmış bu birkaç adım,
iki büyük Türk devletinin dünya tarihi muvacehesindeki medeni ve içtimai değerlerinin, uzaktan yakından münasebet kurmak vaziyetinde olduğu milletlere ve nihayet dünyaya neler getirdiğini, umumi çizgileriyle tayin ve tesbit edebilmek gayretinin naçiz bir mahsulüdür.
Bu yüzden de, başı, sonu bilinmeyen tarih dünyası içinde ve bu gökkubbenin altında tahtlar yıkıp zaferler kazanmış veya hezimetler kaybetmiş Türk kavminin binlerce yıllık macerasını bir tarafa koyup, bu zincirin birbirine girift ve sıkısıkıya bağlı iki halkası üstünde bilhassa duracağız: Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları.
Şuna inanmak yerinde olur ki,
devrini tamamlamış ve ilmin hafızasına devr olmuş bu tarih realiteleri, vakti geçmiş, vazifesi tamamlanmış keyfiyetler değildir. Belki geleceğin temellerini teşkil ettiği için, cemiyet olarak büyük bir uyanıklık ve şuurlu bir tecessüsle üstünde durmamız gereken gerçeklerdir.
(Arka Kapak)