1.BÖLÜM
Sözü Claude Farrere’e bırakmadan önce, bundan yüz küsur yıl öncesine gidip, hâfızamızı tazeleyelim ki hem Claude Farrere’in yazdıkları doğru ve net anlaşılsın, hem de devir devir, iktidar sâhibi küçük insanların şahsî hırsları sebebiyle millet evlâtlarını nasıl hâlâ daha kıyıma uğrattığı bir kere daha milletin şuûrunda yer edip, insanımızı hiç olmazsa azıcık düşündürsün.
(1911 senesi gelip çatmıştı ki memleket için her günü bir felâket ve şeâmet olan bu yılların kötü sürprizlerinden biri daha patlak verdi: İtalyanların Trablus’u işgalleri.
Bosna-Hersek’i Avusturyalıların, Girit’i de Yunanlıların ilhâkı, bir koca kor gibi memleketin bağrını yakıp dururken, şimdi de Afrika’ya sıçrayan bu beklenmedik kıvılcım, nihâyet o güzelim vatan köşesini de tutuşturmuştu.
Bu harb, zâten ümid ve istinad noktasını kaybeden umûmî efkâra çok ağır geldi. Zîrâ Hilâfet’e bağlılıkları en kuvvetli olan Müslüman unsur, Afrika Müslümanları idi. Gerçi Avrupa, bu ülkeye bir meşru mirasçı tutumuyla el koymuş idiyse de, yekpâre bir kütle hâlinde olan Afrika Müslümanlığı, yine de imparatorluk için bir mesned demekti.
İşte Trablus’a olan tecâvüzün kütleyi şiddetle huylandırmış olması da bu müşterek râbıta ve sevgiden ileri geliyor, bu yüzden de hâdise, halk için ağır bir sürpriz olmuş bulunuyordu. Öyle ki, Mahmud Şevket Paşa, Trablus’daki orduyu çekip Yemen’e götürmüş, böylece de memleketin bu uzak köşesini müdâfaasız bırakmıştı.
İtalyanların Trablusgarb’a taarruzları bir baskın hareketi olarak kabul edilmişse de, onların, uzun zamandır bu harbe hazırlanmakta bulundukları, Avrupa’nın hassas siyâsî çevrelerince evvelden bilinmekte idi.
Gaflette olan, Türk hâriciyesi idi. Öyle ki, ne sefâret heyetimizin, ne konsolosluklarımızın İtalyanların niyetlerinden haberdâr olmamalarını îzah da yine akıl almaz bir siyâsî hatâ idi.
İşgâli kolaylaştıran bu geri çekme hareketinin, İtalyan Masonları ile Türk Masonları arasında bir pazarlık mevzuu olup konuşulup kararlaştırılmış olduğu, suret-i hakdan görünen dost yüzlü ajanların, askerî makamlara tesiri neticesi olarak yapılmış bulunduğu da, doğruluğu veya yanlışlığı sâbit olmamış rivâyetlerdendir.
Keyfiyet her ne olursa olsun, târihî realitelerin açıkça meydana koyduğu gerçek, icrâ ve karar mevkiinde olan komite erkânının, düşman menfaatlerinin dikte ettiği fikirleri ince eleyip sık dokuyacak kontrollü ve şuurlu bir görüşten mahrum olmaları, bu yüzden de, o taraftan her ne gelirse, kolaylıkla benimseyip tatbik mevkiine koymuş bulunmalarıdır.
Sultan Aziz devrinde suyun yüzüne çıkan bu tazyik/baskı, artık gelenekleşmiş bir siyâsî baskı ve tuzak hâlini almıştı. Öyle ki, bir tarafta Rus Sefîri General İgnatiev, diğer tarafta İngiliz Sefîri Henry Elliot ve son derece sinsi metodlarla çalışan Siyonist ajanlar, Jön Türkler’in gaflet ve cehâletlerine, harîs ve hamiyetsiz devlet adamlarının da tamah ve ihtiraslarına hitâb ederek, istedikleri âkıbetin zeminini hazırlamışlardı.
Trablus emr-i vâkii karşısında İttihadçıların aksülâmelleri, şartları ve imkânları göz önüne almayan bir şhlanma suretiyle tecelli etti. Binbir çaresizlik içinde muhârebe kabul edilmiş, külliyetli para, malzeme ve can kaybı olmuş, ordunun büyük bir kısmı seferber dilerek sâhillerde bekletilip yıpratılmıştı.
Halbuki Akdeniz, Türk hâkimiyet ve kontrolünden çıkalı asırlr vardı. Vaktiyle Türk gemilerinin ve Türk korsanlarının cihana meydan okuduğu bu sularda, artık ne Barbaroslar, ne Turgut Reisler bulunuyordu. Buna mukabil İtalyan harb Filoları, değme deniz kuvvetinin baş edebileceği ölçüyü çoktan aşmıştı.
İşte bu hazîn hakikatlere rağmen, Makedonya’da eşkiyâ tâkib etmekte olan erkân-ı harb yüzbaşısı ve hürriyet kahramânı Enver Bey, gönüllü olarak Trablus Harbi’ne katıldı ve Derne Zaferi’ni de kazandı.
Lâkin bu mevziî muvaffakıyetler, işgâlin mukadderâtını değiştiremezdi. Nitekim memlekete hayli pahalıya mâl olan muhârebe, birkaç ay içinde, İtalyanlar lehine biterek Trablus tamâmiyle elden gitti.)(*)
*
İşte şimdi Claude Farrere’i dinleyebiliriz:
Dîvân-ı Harp barakasının dışında bir manga askerin tüfek sesi duyuldu. Napolili Baş Kâtip, yağlı ve tüysüz suratını mahkeme Başkanı Piemonteli Albay Carlo Torelli’nin, kemerli profiline doğru çevirerek, kekeler gibi:
-Adâlet yerini buldu, diye bildirdi.
Albay, kısa bir emirle cevap verdi:
-Diğer sanıkları getirin!
Üç zanlı daha girdi. Elleri öylesine sıkı sıkı bağlıydı ki, parmaklarının ucu morarmıştı. Bunlar da üç Arap’tı, biraz önce kurşuna dizilenler gibi üç Arap. Pasaklı bir hâlleri vardı. Bir ihtiyar, bir çocuk ve bir genç adam…
Her üçünün de sırtlarında burnus/Arap’ların, özellikle Berberîler’in giydiği çok bol, gocuk biçimindeki kıyâfet, başlarında fes vardı -bu iki şey zâten suçlanmaları için yeterliydi-; önden bağlı altı tâne el, içinde bulundukları acıklı durumu yargıçların gözü önüne seriyordu. Bu ellerde şüpheli morluklar vardı.
Barut kokuyordu üçü de… O halde ortada tereddüt edecek bir şey yoktu; Mahkeme hey’eti bir kere daha, kahraman İtalyan askerlerine saldıran haydutlardan bir kısmıyla karşı karşıyaydı. Suç, âşikâr… Kurşuna dizilme, kaçınılmaz bir sonuçtu.
Mahkeme Başkanı Carlo Torelli, daha soruşturmaya başlamadan yardımcılarına bakıyor, bakışlarıyla onların tasvibini/onayını alıyordu.
Ama bu defâ her şey tam istedikleri gibi olup bitmedi. Kaanun gereği kapıları açık olan mahkeme salonuna iki yabancı, iki Avrupalı giriverdi. Boyunlarına asılı fotoğraf makinelerinden, ellerinde tuttukları üzeri yazılı defterlerden gazeteci oldukları anlaşılıyordu.
Carlo Torelli, gelenleri dikkatle süzdü. Biri İngiliz diğeri Fransız’dı. Alaycı ve kayıtsız, mahkeme hey’etine bakıyorlardı. Başkan Carlo Torelli önce bir öksürdü, sonra tereddüt etti… Karşısında Batı basını vardı, biraz zaman kaybetse bile, yargılamadan hüküm vermek doğru olmayacaktı. Sonunda karârını verdi ve seslendi:
-Tercüman!
Tercüman koşup gelirken o sordu:
-Siz üçünüz, kimsiniz?
Tercümanın bu suali tercüme etmesine meydan kalmadan, sanıklardan biri -ihtiyar veya çocuk olmayanı- bir adım ilerledi, bağlı ellerini yukarı kaldırdı, çok temiz ve anlaşılır bir İtalyanca ile ve berrak bir sesle:
“-Reis Bey! Ben, Pâdişah Efendimiz’in hizmetlerinde Mîralayım(1). Adım Ahmed Alâeddin. Bu, benim babam Mehmed Paşa; emekli Mîrlivâ(2)dır. Çocuk da oğlum; gönüllü asker!..’’
Dîvân-ı Harp Hey’eti hayretle sustu. Bu yırtık pırtık elbiseli, yalın ayak insanlar, üstlerinde hiçbir işâret taşımayan ve yakalandıkları gibi getirilen bu tipler nasıl asker olabilirdi?.. Sâhici asker?.. Türk subayları?.. Hem de subay!
Hadi canım! Saçmaydı bu!
Carlo Torelli, kahkahalarla gülmeye başladı ve fazla beklemeden bu üç kötü şakacıyı duvar dibine -kurşuna dizilmeye- göndermeyi aklından geçirdi. Ama Batılı gazetecilerin hâdiseyi dikkatle tâkip ettiklerini görünce, birkaç sual daha sormaya karar verdi:
-Kâğıtlarınız var mı? Yâni sözlerinizi ispat edecek resmî belgeleriniz?
—————
(*) Sâmiha AYVERDİ-Türk Târihinde Osmanlı Asırları, Cilt 3, sayfa 124-126, Damla Yayınevi, İst.
(1)Miralay: Albay.
(2)Mîrlivâ: Tuğgeneral.