Beyazı çok, siyahı az, tüyü uzun, güzel bir hayvandı
Evin, bahçeye açılan ikinci derecedeki servis kapısının taşları üstünde bir kedi uyuyordu. Beyazı çok, siyahı az, tüyü uzun, güzel bir hayvandı.
Âilemizin yarısı kedisiz olamaz, öteki yarısı ise kediden hiç hoşlanmazdı. Meselâ babam, değil kucağına bir kedinin sıçramasını, ayaklarına dolanmasını bile istemezdi.
Büyük annem, işi bu derece ikrâha (tiksinme) götürmemekle berâber, bir kedi yavrusunu olsun eline alıp severek okşadığını hiç hatırlamıyorum. Halbuki büyük babam kedileri kürkünün içine sokacak kadar onlarla ünsiyet hâlinde idi.
Ama annem, oldu olası evdeki kedilerle haşir neşir olmuş, onlarsız kalmamıştır. Ağabeyime gelince, çocukluğunda olsun, hele okuyup yazma devirlerinde olsun, kucağında bir kedinin evrile çevrile yatmasından son derece hoşnut olurdu.
Amma ne çâre ki, erkek elbiseleri, kadın kıyâfetleri gibi bol ve yumuşak olmadığından, pantolonlar, kedilere rahatlık vermez ve kedilerin, kadınların kucağını tercih etmeleri tabiî sayıldığı halde, ağabeyim, kedilerin, kucağında yatabilmesi için, dizine küçük bir atkı ya da küçük bir battâniye koyardı.
*
İşte şu anda taşlarda uyuyan o güzel kedi içeriye, evin sıcak havası içine alınıp, önüne de hoşlanacağı yemekler konunca sefâletten kurtulmak, ona herhalde çok câzip gelecek, belki de, kendisini evine alan adamın kucağından hiç ayrılmak istemeyecekti.
Kedi içeri alındı, yedirildi, içirildi, evin en sıcak köşesine konan mindere yatması öğretilmeye çalışıldı. Evin efendisinin kendisini bekleyen kucağına koymak istenince, fırlayıp atlayarak yalnız bu sıcak kucaktan değil, odadan da kaçarak kendisini bahçeye atacak bir kapı aramaya başladı.
Ev halkı, hayvanın bu direnişini, henüz alışmamış olduğuna bağladığı halde kedi, bahçeye çıkar çıkmaz bir daha içeri girmedi.
Âdeta düşmanından kaçar gibi kaçıyor
Hem bu öyle bir kaçış idi ki, kışın en soğuk günlerinden biri olduğu halde, o gene, servis kapısının taşları üstünde gecelemek üzere, kendisine temin edilen yumuşak ve besleyici ikramlardan, âdeta düşmanından kaçar gibi kaçıyor ve sırtını okşayarak tekrar içeri almak isteyenleri, vahşîce tırmalıyordu.
Bu kedi, yaratılışının tortusunu ayıklayamamış öyle bir yapının sâhibi olmalı idi ki, ehlîliği benimsemiş hemcinslerine ters düşen vahşete olan düşkünlüğü, tabiata meydan okurcasına, âsîliğini sildirmemiş, böylece de, ehlîleşmenin teklif ettiği hazır lokma ve rahatı istememiş, âdeta dayak yemişçesine ondan kaçmıştı.
*
İnsan oğlunun da “eşref-i mahlûkat” olması, bu şerefe liyâkat kazanması için pürüzlerinden, kılçık ve çapaklarından arınması gerekmez mi? Tâ ki “evin efendisi”nin kucağına çıkacak liyâkate sâhip bulunması mümkün olabilsin.
Dünyâ, dünyâ olalı beri ona yüzlerce, binlerce kimse bunu anlattığı hâlde,”eşref-i mahlûkat” denen bu kimse, hep kafasının dikine gitmiş, vahşette ve iptidâîlikte ayak diremekte devâm etmiştir.
Önüne açılan bu kapıyı tekmeleyip kendisini vahşetin kucağına atan adama acınmaz da ne yapılır?)
(*) Sâmiha AYVERDİ – Kaybolan Anahtar, Sayfa:247/249