Bendeniz biliyor ve inanıyorum ki; bu mecliste bulunan ahbap ve yâran, son sırada yer alan zümreden, yâni “Ölüden bile öğüt alacak; her hâdiseden ders çıkarmaya teşne, basîret sâhiplerinden”dir.
Bu sebeple, sözün asıl sâhibini dinlemek üzere, aradan çekiliyorum efendim. Her birimize, kendi idrâk ve irfânımıza göre aşağıda hikâyelerden hisse çıkarmak nasip olur inşallah:
Hikâye ederler ki:
(Bir adam hacca giderken yolu çöle düştü. Çok susamıştı. Uzaktan, ufacık bir çadır görüp oraya gitti. Bir kadına rastlamıştı, ona: “Sözün kısası ben misâfirim!” diye seslendi ve inip oraya oturdu. Su istedi, verdiler. Ama içtiği su ateşten daha sıcak, tuzdan da tuzluydu. Dudağından, damağından, mîdesine ininceye kadar, geçtiği her yeri yaktı, kavurdu.
Adam son derece merhametli ve şefkatli olduğundan, kadına öğüt vermeye başladı ve: “Sizin bana hakkınız geçti. Bana sağladığınız rahatlık karşısında şefkat duygularım kabardı. O yüzden size şimdi söyleyeceklerimi iyi dinleyiniz.
İşte Bağdat, Basra, Vâsık ve daha başka şehirler buraya yakındır. Eğer kötürüm bile olsa, insan düşe kalka oralara kendisini ulaştırabilir. Hem tatlı ve hem de soğuk sular oralarda çoktur. Çeşitli yiyecekler, hamamlar vardır” diye; böylece o şehirlerin nîmet ve güzelliklerini, tatlı ve eğlenceli taraflarını kadına sayıp döktü.
Az sonra kadının kocası geldi.
Elinde, avladığı birkaç tâne çöl fâresi vardı,bunları pişirmesi için kadına Verdi. Fâreler pişince biraz da misâfire verdiler. Adam, verdiklerini istemeye istemeye de olsa nezâketen alıp yedi. Nice sonra da çadırın dışına çıkıp yattı, uyudu.
O zaman kadın, kocasına misâfirin ona anlattıklarını nakledince, kocası: “Ey kadıncağız, böyle şeyleri dinleme! Çünkü dünyâda kıskanç insan çoktur. Bâzı kimselerin rahata ve devlete kavuştuklarını görünce onları kıskanır ve elde ettikleri nîmetlerden mahrum bırakmak isterler.” Dedi.
İşte, bu halk da böyledir. Biri, şefkatinden oturup öğüt vermek istese; bunu, onun kıskançlığına verirler. Yalnız, bir kimsede fıtrattan gelen bir istîdat varsa: ancak o, mutlaka verilen öğütlerin tesiriyle mânâya yönelir.) (Fîhi Mâfih / s.130-131)
Adamın biri, geceleyin ayak sesiyle uykudan fırladı. Koşup mumu uyandırmak için çakmaktaşıyla kav’ı birbirine vurmaya başladı.
Gerçekten eve hırsız girmişti ve fazla karanlık olduğu için, adamın hemen önünde duruyor ve tam ateş alacakken parmağını basarak kavı söndürüyordu. Ev sâhibi ise, kavın kendi kendine söndüğünü zannederek: “Bu kav ıslak olmalı, ki tam ateşlenirken sönüyor” dedi.
“Senin de kalbinde böyle bir ateş söndüren hırsız var da kâfir gözün, körlüğünden görmüyor.
Ortada dönen bir cisim varsa, bir de onu döndüren kuvvet var demektir; bunu nasıl görmezsin? A aşağılık kişi! Aklın aldığı şeylerin çevresinde dönüp durursun… Bir de gel şu akılsızlığını gör!
Geceyle gündüz nasıl olur da kendi kendine böyle muntazam gelir ve gider? Bir yazı varsa, yazanı da olacaktır; aksi takdirde yazanı olmayan yazı hiç akla uygun olur mu a oğul?”
Hazret-i Pîr, insanoğlunun içinde iyilik, güzellik, muhabbet ve aşk gibi ulvî değerlerin ateşini uyandırmak… Gönüllerde, bu yolda bir kıpırtının zuhûru için her aracı kullanmış, her vâsıtayı öğütlerine malzeme yapmıştır. Der ki:
(Ressam, iki türlü resim yapar; güzelleri de resmeder, çirkinleri de. Yûsuf’un… Güzel hûrinin resimlerini de yapar; ifritlerin, çirkin iblislerin de.
İki türlü resim de O’nun üstadlığının eseridir. Bu, ressamın çirkinliğine değil, üstadlığına delildir. Bu sûretle bilgisindeki kemâl ortaya çıkar. Onun üstadlığını inkâr eden rüsvây olur.
Bu yüzden, küfür de O’nun Allah’lığına şâhittir, îman da!) (Mesnevi 195-2537-48)
(Lokman diye bir köle varmış; efendisi hiçbir şeyi Lokman yemeden ağzına alıp yemezmiş.
Bir gün hediye olarak karpuz getirmiş birisi… Hizmetçisine: “Git oğlum Lokman’ı çağır” demiş.
Lokman gelince efendisi karpuzu kesmiş ve kendisine vermiş. Bal gibi, şeker gibi yemeye başlayan köle, neredeyse karpuzun son dilimini ağzına götürürken; efendisi “Dur, demiş, onu da ben yiyeyim.”
Ama ilk lokmayı ağzına götürünce acılıktan ağzını bir ateştir saran efendinin boğazı yanmış… Bu acılıkla bir müddet âdetâ kendisini kaybetmiş.
Sonra: “A benim cânım efendim, böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf bildin? Bu ne sabır? Canına kastın mı var ki hiçbir şey söylemedin?” deyince, Lokman şu karşılığı verir:
“-Senin nîmetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki; edebimden âdeta iki kat olmuşum. Elinle sunduğun bir şeye, ey mârifet sâhibi, bu acıdır demeye utandım. Çünkü vücudumun bütün cüz’ileri hep senin nîmetlerinle meydana geldi. Bu kadarcık acıya dayanamaz, feryâd edersem bütün uzuvlarım hâk ile yeksân olur.” (Mesnevî II)115-1510-1527
Murtaza’nın yanına bir kadın gelip, dedi ki:
“Çocuğum damda oluğun üstüne kaydı; çağırsam ele geçmez, bıraksam düşüp helâk olacak diye korkarım. Akıllı değil ki tehlikeden kurtul, yanıma gel desem de anlasın. Elimle işâret etsem anlamaz. Anlasa bile dinlemez.
Göğsümü, sütümü gösterdim ama benden gözünü yüzünü çevirip duruyor. Allah için ey ulular, siz bu âlemde âcizlerin elinden tutan, onlara yardım eden erlerdensiniz. Benim derdime de tez bir çâre bul ki gönlümün meyvesini kaybedeceğim diye yüreğim titremekte!”
Hazret-i Ali, dedi ki:
“-Dama bir çocuk çıkar; senin çocuğun, kendi cinsini görünce, derhal oluktan dama gelir. Cins, cinsine ebedî olarak âşıktır.”
Kadın öyle yaptı, çocuk diğer çocuğu görünce oluktan dama geldi. Her cins, kendi cinsinden olanları çeker… Bunu böyle bil!
Peygamberler de, diğer kulları oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir.
Peygamber, “Ben de sizin gibi insanım… Kendi cinsinize gelin, kaybolmayın” buyurdu.)(Mesnevî IV / 214-2657)
Demek ki… Kendi cinsimizden olanlarla düşüp kalkar, onların yanından ayrılmazsak… Yâni ezel bilişiğimiz olan… Gerçek yakınlarımız olan ruh akrabâlarımızla birlikte bulunursak kaybolmayız, oluktan düşmeyiz, kısacası kurtuluruz.
Hz. Pîr buyuruyor:
(Dünyâda yemyeşil bir ada vardır; orada da yalnız başına obur bir öküz yaşar. Akşama kadar çayırda yayılır, otlar, doyar ve semirip şişer.
Gece oldu mu “yarın ne yiyeceğim?” diye kara kara düşünceye dalar… Bu düşünce onu dertlendirir, âdetâ ince bir kıla döndürür.
Sabah olunca çayırı yine yeşermiş bulur. Yeşillik, çayır çimen tâ bele kadar büyümüştür.
Öküz, öküz açlığına tutulduğu için akşama kadar bütün çayırı baştanbaşa otlar, siler süpürür. Yine büyür; şişer, semirir. Bedeni yağlanır, güçlü kuvvetli hâle gelir.
Derken akşam oldu mu yeniden açlık korkusuna düşüp korkudan titremeye başlar. Gece boyunca yeniden zayıflar.
Yıllardır bu öküz bu hâldedir. “Bunca yıldır bu yeşilliği otlar, bu çimenlikte yayılırım. Hiçbir gün rızkım azalmadı. Bu korku nedir, gönlümü yakıp yandıran bu gam nedir?” Diye düşünmez bile.
Akşam olup gece basınca o semiz öküz, “eyvahlar olsun, rızkım bitti” diye diye yine zayıflar.
İşte nefis, o öküzdür, çayır da dünyâ!) (Mesnevî V / 234-2855-2866)
(Mecnun’un bir devesi vardı… Mecnun ileri gitmeye savaşırken, deve geri gitmek isterdi.
Mecnun”un sevdâsı, önde bulunan Leylâ’ya kavuşmak… Devenin sevdâsı ardına dönüp yavrusuna ulaşmak!
Mecnun bir an gaflete düşse, deve hemen geri giderdi.
Mecnun’u gözetleyen akıldı… Fakat aklını, Leylâ’nın sevdâsı kapmıştı.
Deveye gelince o, çevikti; fırsat kolllayıp durmaktaydı. Yularını gevşek hissettiği anda anlardı ki Mecnun, Leylâ’ya daldı gitti.
Üç gün böyle yol aldılar. Mecnun nihâyet dedi ki:
“-A deve! İkimiz de âşığız ama birbirimize aykırıyız. Arkadaşlığa lâyık değiliz. Senin, sevgin de bana uygun değil, yuların da. Senden ayrılmam gerek!) (Mesnevî IV / 126 – 1533, 44)
Şöyle hikâye etmişlerdir:
Tilkinin biri ormana daldı. Orada bir ağacın dalına asılmış, ağacın gövdesine yaslanmış bir davul gördü. Yel vurup, ağacın dalını salladıkça davulun gümbür gümbür sesi de tilkinin kulağına geliyordu.
Tilki, davulun büyüklüğünü gördü, çıkardığı sesi duydu; demek ki dedi, eti derisi de cüssesinin miktârı kadardır… Ve tamaha düştü.
Bütün gün ve gece uğraştı; başka hiçbir işe koyulmadı. Davulun etrâfında dikenler, engeller vardı; bir sürü düzene başvurdu ve sonunda oraya ulaştı, davulun derisini yırttı ama içinde yelden/ havadan başka bir şey bulamadı.
Hani… Dünyâya âşık olanlar gibi! Onlar da karanlık bastı da ölüm çağı gelip çattı mı feryâda başlarlar.
Ama gözleri mârifetle açık olanlar, tilkinin daldığı bu ormanda davul sesine aldırmaz… Ölümsüz avı avlamaya bakarlar.) (Mecâlis-i Seb’a/ s.47)