Cumartesi, Haziran 14, 2025
Ana SayfaTarihHey Gidi Kırım- Sâmiha AYVERDİ

Hey Gidi Kırım- Sâmiha AYVERDİ

Eskişehir, bana bir eski hâtırayı düşündürüyor. Sene, 1916. Osmanlı tahtında temiz kalpli, müşfik, halim, hamiyetli fakat zayıf ve kifâyetsiz bir pâdişah var; V. Sultan Mehmed Reşad.

Halbuki Osmanlı Devleti’nde, pâdişahlar bir muvâzene unsuru ve çeşitli cereyanlara karşı uzlaştırıcı, nâzım kuvvetti. Ne yazık ki V. Sultan Mehmed’den, etrâfını saran zorba ve gaddar komitacıların ağını yarıp kurtulması ve mevkûîinin gerektirdiği celâdeti göstermesi beklenemezdi. Onun için de, altı asırlık taht üzerinde bir hayâlet gibi oturuyor, icrâ ve teşrî selâhiyetlerini mutlkak surette kendi ellerine almış olan İttihat ve Terakkî çetecilerini, bir gölge sessizliği ile seyrediyordu.

Pâdişah vatanseverdi, dindardı. Fakat bu altı asırlık tahta, bilgili olduğu kadar tuttuğunu da koparan çakırpençe bir merkezî otorite gerekti. Hele o yıllarda, eşkiyâ ruhlu komitacıların baskınına ve ihânetine uğrayan Türk milleti için…


Etrâfıma bakınıyorum. Bir zamanlar Türk ordularının Bizans’a karşı akınlarını görmüş olan Sakarya nehri, Eskişehir’in gözyaşı imiş gibi durmaksızın akıyor. Ne yazık ki bu sular, ağlamadan düşünülemez olan o zafer ve sefer günlerini hatırlayacak idrakten mahrum.Ama, sırasında insanlar da tabiat kadar duygu ve düşüncenin üstünü nisyân örtüsü ile karartmış. Haklılar da…Unutmak, beşerin hem derdi hem devâsı değil mi?..

İşte Eskişehir de, o anlı şanlı zafer günlerini unuttuğu gibi, zillet ve hezimetle kararmış kara günleri de unutmuş görünüyor.

Elli şu kadar sene evvel Birinci Cihan Harbi’nin, memleketi dört yanından sardığı kanlı ve ateşli yıllarında, Çanakkale kilidinin açılarak düşman ordularının İstanbul’u işgalleri korkusu, canlarından başka düşünceleri olmayan İttihat ve Terakkî iktidârını dehşete düşürmüş bulunuyordu.

Can çekişen Çar ordularına yardım hülyâları ile Çanakkale’yi zorlayan ve İstanbul’u ezip Rus hudutlarına ulaşmak hayalleri içinde çarpışan İngiliz ve Fransız kara ve deniz kuvvetleri, Türk devletinin kumanda köprüsünde bulunan iktidârın zavallıdan zavallı, âcizden âciz, bîçâreler olduğunu çok iyi bilmekteydiler. Ama bilemedikleri, Türk’ün derinlerinde yanardağlar gibi indifâ etmeye hazır bir millî güç ve îman bulunduğu idi. İşte Çanakkale’de şahlanan, şehit kümelerinden siperler kurup, düşmanı vatanın bağrına sokmayan bu gizli kuvvet, o, göklere yükselen îman ateşi idi.

Bir Türk olan Nemse elçisi Busbecq, ordugâhta misâfir olup, Kanûnî devrinin askerlerini gördüğü zaman, “Türklere vatan uğruna ölmeyi ebedî hayat kapısı olarak tanıtan ve sevdiren, onların dinleridir”, diye haykırmamış mıydı?..

Ama bunu, memleketi bir avuç kan pıhtısına döndüren iktidar sarhoşları da, tıpkı, düşmanları gibi bilmiyorlardı. Bilmedikleri için de canlarından korkuyorlar ve bu tatlı canı saklayacak bir bucak arıyorlardı. Nitekim pâdişah için bir konak hazırlanmış, Talât Paşa’lar, İsmâil Hakkı Paşa’lar ve Canbolatlar için de gene şehrin en güzel evleri dayanıp döşenmişti. Hattâ şimdiden, seferberlik ticâreti yapan vagon tâcirlerinin, bu arpalık sâhibi vurguncuların karılarından kızlarından, İstanbul’un içkili kumarlı sefâhatli hayâtını bırakıp buralara sığınanlar, tek tük göze çarpmaya başlamıştı bile.

İstasyonda, kendilerinden evvel gönderdikleri memurları ve hafiyeleri oradan oraya koşuyor, bir şeyler yazıp çiziyor, sağa sola emirler veriyor, zâten kuşkuda olan ürkek halkı büsbütün korkutuyorlardı…

Şu da var ki, bu halk içinde, bir vakitler körükörüne İttihatçı sloganlarına alkış tutmuş olan bir gâfil kalabalık, bekledikleri iktidardan beklemedik zulüm ve çilelere uğramış olmakla, uyanmış, şaşırmış, yenini yakasını silker hâle gelmişti. Birkaç sene evvel II. Sultan Abdülhamid’i sürgüne götüren arabanın arkasına teneke bağlayanlar “On Paşa on paraya!..” diye bağırıp, eski iktidar sâhiplerini alaya alanlar ve meşrutiyetçilere çılgınca kucak açanlar, şimdi can korkusu içinde titriyor ve açlıktan ölüyorlardı.)

Canı yanan halk, artık akı karadan seçmiş bulunuyorsa da İttihat ve Terakkî, ordunun genç subaylarını emellerine âlet etmeyi başarmıştı. Devlet hizmetinin yüksek kademeleri onlar içindi. Bu genç askerlerden vâliler, mutasarrıflar, sefirler tâyin ediliyordu. Hele cemiyete-İttihat Terakkî Cemiyetine- intisap etmiş ordu mensuplarının, arkadaşlarından daha evvet terfî etmeleri ise, hissen ve ahlâken zayıf olan zümreyi İttihatçılar’a yanaşıp bağlanmaya götürüyordu. Talât, Enver ve Cemal Paşa gibilerin kısa zaman yâverliğini yapanları bir müddet sonra vâlilik veya sefirlik makamında görmek olağan hallerdendi.

Siyâsî entrika dolabı içine düşürülen ordu, ilk kötü imtihanı Balkan Harbi’nde vermiş, muhârebenin kaybedilmesinde genç subayların kumandanlarına itaat etmemelerinin ve politika girdabının içine çekilerek, ordu disiplinine gedikler ve yaralar açmalarının hezîmet ve mağlûbiyette büyük payı olmuştu.

İttihat ve Terakkî komitası Türk’ün an’anevî askerlik rûhunu, itaat ve şecaat duygusunu hançerlemiş, aşıladığı siyâset ihtirâsı, silâhlı kuvvetlerin cesâret ve şevkını bir canavar gibi emerek, kanından canından eylemişti.

Abbâsîler’i son gücünden eden, hassa askerleri değil miydi? Roma’nın imparatorluk kudretinin, proteryenlerin eline geçtikten sonra, nüfuz ve iktidârından olduğunu târih söylemiyor muydu?

Ama tarihe göz atan, kulak veren de kimdi?

(… 1914-18 mağlûbiyeti ile, Türkiye coğrafyası üstündeki Alman idealleri tahakkuk etmedi ve çöken Cermen hayallerinin enkazı altında İttihat ve Terakkî de tuz-buz olup ezildi. Ama bu megaloman idârecilerin Türk milletine oynayacakları bir oyun daha vardı. Şöyle ki: canından, malından, topraklarından, şeref ve gururundan ettikleri memleketi yüzüstü bırakarak kaçıvermek. Öyle de yaptılar.

Artık gözü doymaz Garplı devletler de, Küçük Asya Türklüğü’nü âlem haritasından silmek plânlarını, siyâset masaları üstünde karalamanın zevkini sürüyor, bir direniş ve kurtuluş savaşıyla keyiflerine keder gelebileceğini asla hatırlarına getirmiyorlardı.)-

Öyle ki, bir Asyalı kavim olarak Osmanlı Türklüğü’nün kurduğu medeniyet ve başardığı zaferler, asırlarca dünyâ milletlerini kıskandırıp diş biletmemiş miydi? İşte şimdi, yüzyıllar boyu dünyâyı titretmiş olan Asyalı Türkler’in, hâkim karşısına çıkarılıp hesaba çekilmeleri gerekiyordu.

İşte Haçlı dünyânın peşin ve değişmez hükmü buydu.

Fakat Mondros’da ipten kaçan Türk îmânı, Garb’ı bir kere daha şaşırtacaktı.


Yunan orduları kılığına girmiş Garplı ihtirâsının yüzüne Türk’ün şamarı şaklayalı yarım asır olmadı. Ama ne yazık ki yeniden hayat bulan vatan topraklarının çocukları, bu haysiyetli cengin acılarını unuttular ve şimalden uzanan hnaysiyetsiz oltaya takılıp, üçyüz senedir topraklarını yağmalayan, kanlarını içip nâmus ve şerefleriyle top gibi oynayan düşmana dost kesildiler.

Belki Türklük için büyük olduğu kadar hazin de olan tehlike, birlikte yaşadığımız bu aldatılmış gençliktir.

Evet, çekilenler unutuldu. Ama kanımızla yazdığımız bu ölüm-kalım mâcerâlarını onlara biz unutturduk. Bu yüzden de düşmanlarını tanımıyorlar, bilmiyorlar. Onuın için de dilini, dînini târihini bir kalemde alt üst edip bir başka milletin ideolojisini benimsemenin, topyekûn intihar veya cinayetten başka bir şey olmadığından haberleri yok…


Millî hâfıza, devamlı eşelenmek, diri ve uyanık tutulmak ister. Kurtuluş savaşını unutan nesillerden, İttihat ve Terakkî devrini hatırlamak, imparatorluk çatısının çöküş sesini duyar olmak beklenir mi?

Yakın târih kadar doğru sözlü fetvâcı bulmak hemen de muhâldir. Ama ona ağız açmak fırsatı verilmezse günah kimindir? Eskişehir’in sokaklarına, binâlarına ve daha çok, insanlarına bakıyorum.

Evler, dükkânlar, işyerleri, resmî dâireler günlük hayâtın tabiî akışı içinde; gidip gelen, çalışıp didinen, gülüp söyleyenlerle dolu.

Acaba diyorum, bu kalabalık içinde şu üstünde yaşadıkları toprakların yarım asır evvelki acılı ve acıklı mâcerâsını düşünen, duyan ve hatırlayan var mı?

Çanakkale kilidi açılıp, müttefik orduları İstanbul’u kılıç kuvveti ile işgal etmiş olsalardı, Talât’lar, Canbolat’lar, Eskişehir’in hangi semtinde hangi konağında oturacaklardı?

Ama bu çeşit bir soruyu Eskişehir halkına tevcih etmek büyük haksızlıktır. Böyle bir suali, olsa olsa bulanık,

Kirli ve zehirli bir târih çeşmesi önünde gençliği susuz bırakmış olanlara sormak gerek.

Ne hazîn, ne acı bir gaflet ki hâlâ Hürriyet-i Ebedî Tepesi denen yerdeki meş’um âbide önünde merâsim düzenlenip, koca imparatorluğu bir kara mangıra satanlara saygı duruşları yapılıyor. Havaya silâhlar sıkılıyor.

Topkapı Sarayı’nın Pâdişahlar Galerisi’nde bile, sıra sıra onların portreleri mevcut. Zavallı Türk gençliği, kendisine kıyan günahkârları alkışlamakta devam ettirilip, sahte mabutlara tapmak vatan borcu sayıldıkça, uyanış ve diriliş saatinin çalmakta olduğu nasıl düşünülebilir?

Sâmiha AYVERDİ/21.12.1975

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!