Bu ve benzeri cümlelerindeki ana fikri rahmetli Hoca’nın dilinden yıllarca dinlemiş, kanaatini paylaşmış ve bu konudaki derdi ile dertlenmiştik.
(…Bir yanda taassubun dinden soğuttuğu ve dînî hayattan uzaklaştırdığı dîne düşman bir zümre, diğer yanda bizzat din tarafından küfür sayılabilecek hareketlere dindarlık adını veren ve onunla oyalanan ve teselli bulmaya çalışan ikinci bir zümre mevcuttur. Dînî hayâtın dejenere edilmesinde, bu ikinci zümrenin rolü daha büyüktür. Dînin en ince tefekkür ve ruh dâvâsı ve rûhî hayâtın derinliklerine âit ilâhî bir sanatı olan tasavvuf, gönüllere Allah ve hakîkat sevgisini damla damla akıtarak doldurmak ve insan rûhunu ilâhî irâdeye râm etmek demek olduğu halde, bugün câhil şeyhlerin elinde tarîkatçılık bir istismar, daha doğrusu bir idlâl/sapma, aslından uzaklaşma vâsıtasıdır. Bu dâvâ aslında gönülleri arıtma ve saflaştırma dâvâsı idi. Şimdi ise saf gönülleri avlama, zihinleri bulandırma tuzağı hâline gelmiştir.
Bir iki tasavvuf ıstılâhı, birkaç evliyâ menkıbesi ve sekiz on tâne acâip söz bilen her açıkgöz, ortaya şeyh olarak çıkmakta, dînî hayâtı kepâze etmektedir. (…) Ve câhilin medeniyetten ve modernlikten anladığı şey, yalnız kılık kıyâfettir. Cehâletle medeniyet özentisi bizde, yüz elli/(iki yüz) sene öncesine varan bir batı hayranlığı ile başladı. Bu arzu evvelâ saray ile paşa konaklarında dile geldi. Fransız mürebbiyeler elinde yetişmeye başlayan şehzâde ve sultanlar ile sarayı yaskından tâkip ve taklit eden devlet ricâlinin çocukları, artık köşkte cemâatla kılınan namazlardan usandıklarını, onun yerine içkili ve danslı toplantılardan zevk aldıklarını her halleri ile ortaya koyuyorlardı. İlkin gizli gizli yapılan bu toplantılar, sonraları aleniyete döküldü.)(12)
Rahmetli Hoca çok daha sonraki yıllarda kaleme aldığı Belh’in Güvercinleri kitabında yukarıda ifâde ettiği ve sohbetlerinde üzerinde durduğu şekilcilik ve taassup konusunu şöyle açıklar:
“İslâm dîni ilk bakışta ilkeler ve kurallar bütünüymüş gibi görülür. Bu,onun dış görünüşü, şerîat denilen beden yapısıdır. Bir de dînin rûhu ve özü vardır ki, o da îman, aşk ve takvâdır. Ruhsuz beden nasıl ölü bir ceset ise, aşk ve takvâdan yoksun bir dindarlık da öylece kuru bir iskelettir. Bununla berâber, dînin ilke ve kuralları gereksiz şeyler değildir. Bunlar rûhu taşıyan bedenler gibidir. Ancak onlar esas gâye değil, birer araçtırlar. Onlar olmadan, dînin özüne âit kutsal değerleri korumak ve yaşatmak mümkün olmaz.Lâkin o kuralları gâye sanıp onlara saplanıp kalmak, kişiyi şekilciliğe ve taassuba götürür. Taassup ruhsal gelişme yolunda dindar için en büyük engel sayılır. Rûhun mânevî âleme aşk ile kanat açabilmesi için, her türlü saplantıdan kurtulmuş olması lâzımdır. Kendi selâmeti için rûhun hür olması şarttır. Mevlânâ, rûhun önünde şeklin bir engel, hattâ bir put olduğuna sürekli vurgu yapar: ‘Sen şekil ve sûrete bağlı kaldıkça, Allah şekil ve sûretten münezzehtir, demenin sana bir faydası olmaz!’ diyerek uyarıda bulunur. Bununla berâber, dînin özüne yöneliş zordur ve birçoklarınca ihmâl edilir. Çünkü avâmın meyli, her konuda kolay olandan, yâni, şekilden yanadır.”(13)
(*)Prof.Dr. Mustafa TAHRALI Rahmetli Dr. Emin Işık Hoca’dan Hâtıra Sohbetler-Kubbealtı Mecmuası Sayı 193-194, Ocak-Nisan 2020)
(12) age, s.83-85.
(13) Emin IŞIK, Belh’in Güvercinleri, Ötüken Yay. İst.2008, s.127-128.