İnsan’ın en mükemmel mahlûk olduğunu, bize Kur’ân-ı Kerîm söylüyor.
Bu mükemmelliğin hudutları nereden nereye uzamakta? Bunu araştırmak da, biz insanlara düşmekte!
Anlaşılan o ki, mükemmellik telâkkîmizin hudutlarını parçalayıp aşacak derecede farklı ve büyük bir san’at hârikasına sâhibiz!
Ancak, “beşer”le “insan” arasındaki farkın altını mutlaka çizmek ve haddimizi aşmamak şartıyla! “Şeklen insan” görünmek yâni beşer olarak yaşamak başka, olgunlaşıp, “insanlaşmış olmak” çok daha başka şey…
Tıp ilmi, insan vücûdundan acı ve ağrı hislerini kilitleyen hârika bir maddeden bahsediyor.
Vücûdda, sinir hücrelerinden salgılanan ve adına “Endorfin” denilen bu madde, âdetâ şiddetli ağrı hisseden hastalara verilen “morfin” gibi bir tesir gücüne sâhipmiş!
Kandaki endorfinlerin salgıladığı merkez, genelde beyindeki hipofiz ve böbreküstü bezlerinin iç kısmı…
Ayrıca, ağrıyı beyne ileten sinir yollarında da kısmen salgılanıp, ağrı iletici maddenin tesirini nötralize ettiği de isbatlanmış.
Uzun müddettir yapılan bir takım çalışmalar, sinir sisteminin daha pek çok kısmında endorfin ve “endorfin alıcısı” yâni “reseptörlerinin” varlığını ortaya çıkarmış.
Bu muazzam maddenin nasıl tesir ettiği, hangi mekânizmaya tâbî olarak çalıştığı henüz çözülmüş değil! Ancak, şu iki sisteme uygun çalıştığına dâir kuvvetli deliller bulunmuş:
1) Ya, doğrudan doğruya, ağrıyı algılayan reseptörler kilitleniyor.
2) Yâhut da vücûddaki ağrı kesici sistem harekete geçiriliyor.
Ve aslolan şu; endorfinler, vücûdun çok ânî gerginlik, korku ve şok anlarında devreye giriyorlar.
İsbatlanan şeylerin başında, işte bu fonksiyonları geliyor.
Ama cilveye veyâ ilâhî san’ata bakın ki bir diş ağrısı yahût bir yara, endorfini hareket geçirmiyor. Buna mukâbil meselâ kalp krizi geçiren, şuûru da yerinde olan hastaların kendilerine uygulanan ağrı verici onca işlemi gözleriyle görüp, hatırladıkları hâlde, hiç bir acı ve ağrı hissetmemeleri nasıl izâh edilebilir?
Sâdece, “şaşırtıcı” diyorlar; böyle ile îzâha çalışıyorlar.
İnsan burada Peygamber Efendimiz’in “Yâ Rabbî, hayretimi arttır” melindeki duâsını hatırlıyor.
“Şaşırtıcı” kelimesi, “hayret” yerine kullanılıyor; hayret de, endorfin gibi sayısız “nîmeti “yaratan…
Herşeyi, yarattığı herşeyi de insanın hizmetine veren Yüce Allah’a îmânı arttırıyor.
İlim adamları, Kalp Krizi geçiren hastanın durumu -ki yukarıda anlattıkları ile- şu örnekleri hep aynı terâzide tartıyorlar:
*Çok çevik bir hayvan olan tavşanın arkasından el çırpsanız; o anda fırlayıp uzaklaşır.
Fakat geceleyin yüzüne bir lâmba veya far tutsanız, olduğu yerde çakılıp kalır.
İşte, bu anda endorfin devrededir ve acı hissini iptâlden başka, insan ve hayvanların, tehlike ânında refleks olarak yaptıkları müdafaa hareketlerini kilitlemek gibi özelliği ortaya serilmiştir.
*Bir Çakal sürüsünün hücûmuna uğrayıp kaçan ceylân, eğer dikkat edilirse ve meselâ kameraya alınmışsa bu sahne; hayvanın yüzündeki korku ifâdesi, insanı dehşete düşürecek kadar bârizdir.
Fakat biraz sonra,
Çakallardan birinin dişlerini butunda hisseder ve yere yıkılır, yakalanmıştır. Çakalallar ceylânı, bacaklarından yemeğe başlarlar. Vücûdundan parça parça et koparılırken, artık Ceylân’ın yüzündeki korkuyu göremezsiniz.
Hattâ tam tersine sâkindir… Kendisini yiyen çakalları seyreder. Sanki çakallar onu değil; uzakta, başka bir eti parçalayıp yemektedir.
Endorfin, gene ilâhî sistem içinde aldığı emirle devreye girmiştir, faaliyettedir.
*Devamlı başağrısı çeken hastalar üzerinde şöyle bir deneme yapılmış:
Hastaların bir kısmına ağrı kesici ilaçlar verilmiş. Diğer bir kısmına ise; şeklen ilâca benzeyen ama aslında hiç bir tesir kaabiliyeti olmayan “plasebo” verilmiş.
Plasebo verilen hastaların başağrısı çektiği öğrenilmiş. Bu anda, kandaki endorfin seviyelerine bakılınca; yükselmiş olduğu görülmüş.
Demek ki, hastanın biraz sonra ağrı kesilecek, çünkü ilâç aldım, şeklindeki beklentisi.. ki bu da insanın kendi kendine telkînidir ve endorfin salgılanmasını çabuklaştırırmış..psikolojik tesir, fizyolojik meyve vermiştir.
Bu ve benzeri hususlar, artık ilmin ve ilim adamlarının ilgisini çekip, “şaşırtıcı” bulunurken;
son yılların pek revaçta olan tedâvi sistemi Akapuntur’un da, temelinde endorfin salgılamasının yattığı isbatlanmış! İlim adamlarının birleştiği nokta şu; “Vücûdda ve sinir sisteminde bazı noktaların, elektrik veyâ iğne ile uyarılması netîcesinde; endorfin seviyeleri yükselmektedir.”
Demek ki Allah, hiç bir mahlûkuna, “taşıyamıyacağı yükü yüklemiyor” ve fazla ıztırap çekmemizi istemiyor.
Tıp ilminin bunca delili ve örnek gösterdiği bunca hâdiseye ilâve, bir de Hazret-i Alî’nin ayağına ok batmasını ve “ben namaza durayım, oku o zaman çıkarın” dediğini hatırlarsak, çok mu yanlış yapmış sayılırız?
Muhakkak ki,
Hazret-i Ali Efendimiz “endorfin”den haberdar değildi. Ve ayağına batan oku çıkarmaları için namaza durması, morfin ihtiyâcından değildi.
Nasıl bir namazdı ki O’nun namazı, tam bir “narkoz” etkisiyle, kendisini bedenî ağrı ve sızılardan çok yücelere götürüyordu? Yâhut başka bir ifâdeyle, eklektiriksiz ve iğnesiz… Sinir sisteminin endorfin salgılayacak merkezlerini nasıl uyarıyor, nasıl harekete geçiriyordu?
Hazret-i Ali, o
okun çıkarılması sırasında, muazzam bir acı ve ağrı hissettiği hâlde, sabır mı gösteriyordu? Dişini mi sıkıyordu?
Eğer böyle olsaydı, bir insanın tahammül edemeyeceği, mübâlâğa ve tevâtür olarak kalır… Zâten, bu hâliyle asırdan asıra anlatılır, bize “Hazret-i Ali müthiş sabırlı biriydi” diye intikal ederdi.
Hâlbuki aslâ böyle geçmemiştir târihe!
Herhâlde namaza durmak isteyişinde, namaz kılışındadır sır! Ve eğer, acı hissetmeyişini sağlayan şey, endorfin ise, endorfini harekete geçiren enerji veya kuvvet, elektrikten fersah fersah güçlü bir başka “şey”dir ki o da ancak “aşk” olabilir.
Her şey… Her zerre, bizi O’na götüren bir âyet! Sanki her zerre, dile gelip bizi îkaz ediyor.
Fakat asıl mesele, şeklen değil, gerçekten insanlaşabilmektir.
-1991 Târihli Notlar’dan