Hân’ım hey! Su uyur düşman uyumaz… Günün birinde Oğuz eli bir baskına uğradı; onlar da gâfil avlanacak değiller ya, başlarını toplayıncaya kadar olsun, göç etmeyi kurdular; yükte hafif, pahada ağır, ne varsa alıp yola döküldüler… O gece kimsenin burnu kanamadı ama, kundağının bağı mı çözüldü ne olduysa, Uruz Koca’nın oğulcuğu yolda düştü.
Göz gözü görmezse kimin ne haberi olacak? Neden sonra farkına varıp ellerini dizlerine vurdular… Ne ise, Oğuz yine zamanla gelip yurduna kondu. Oğuz Han’ın at çobanı gelip haber getirdi: “Hân’ım sazdan bir aslan çıkıyor, at vuruyor, sallana sallana yürüyüşü adam gibi, at basarak kan sömürüyor.” Aruz Han dedi: Hân’ım, ürktüğümüz zaman düşen benim oğlancığımdır belki! Beyler bindiler, aslan yatağı üzerine geldiler.
Aslanı kaldırıp oğlanı tuttular. Aruz oğlanı alıp evine getirdi. Şenlik yaptılar. Ammâ oğlanı ne kadar getirdilerse durmadı, geri aslan yatağına vardı. Tekrar tutup getirdiler. Gene gitti. Dedem Korkut geldi, dedi: “Oğlanım sen bir benî âdemsin, hayvanla arkadaş olma, gel güzel ata bin, güzel yiğitlerle at koştur. Büyük kardeşinin adı Kıyan Selçuk’tur, senin adın da Basat olsun; adını ben verdim, yaşını Allah versin.”
Ne ise, Dede Korkut’un yüzü suyu hürmetine Basat’ın başı bağlandı. O günden geri, insan içine karışıtı; ağlayanla ağladı, gülenle güldü. Oğuz bir gün yine yaylaya göçtü. Aruz’un bir çobanı var idi. Adına Konur Koca Sarı Çoban derlerdi. Oğuz’un önünce bundan evvel kimse göçmezdi. Uzun pınar denmekle meşhur bir pınar var idi. O pınara periler konmuştu.
Ansızın koyun ürktü. Çoban erkeçe kızdı, ileri vardı. Gördü ki peri kızları kanat kanada bağlamışlar, uçuyorlar. Çoban, keçesini üzerine attı, peri kızının birini tuttu. Peri kızı, güzel kız; iki göz, iki pınar yalvarıp yakarmaya başladıysa da, kör olsun, çobanın gözleri karardı bir kere, gayrı dünyâları görür mü?
Neden sonra peri kızı, pır dedi fırladı elinden, kondu bir dala, dedi: “Bir güne bir gün bana insan eli değmemişti; şeytana uyup da günahıma girdin ama, dağlar ne doğuruyor, görürsün. Oğuz elinin başına öyle bir dert açtın ki, ne deyim gayrı, vebâli senin boynuna!” Peri kızı ortadan kaybolduktan sonra, çobanın yüreğine öyle bir ateş düştü ki, dünü günü yitirdi.
Soldukça soldu, sarardıkça sarardı. Sarı Çoban bundan gayrı günleri iple çekti; çeke çeke yazı getirdi; yine katar katar oldu, göçler yola düzüldü. Sarı Çoban akşamın bir vaktinde Uzun pınar’a yetti, yetti ama, eğilip su içmeğe kalmadı, bir ses duydu yamaçtan. Bu ses peri kızın sesiydi ama ortada ne peri kanadı vardı, ne de peri kızın adı! “Çoban, çoban; doğradığın kaşığına çıkıyor; emânetin var, emânetin!
Şeytana uyduğun yerde. Gelebilirsen gel, alabilirsen al!” Sarı Çoban, göz-kulak kesilip de, bir daha arayıp tarayınca, geçen yıl elinin eline değdiği yerde bir şey gördü ya, akıl sır erdiremedi. Toprak desen, toprak değil, toz yığını desen, toz yığını değil; yamrı yumru bir şey. Geri çekip sapan vurdu, vurdukça büyüdü. Bunu görünce koyunları da ürktü, kendisi de…
“Gayrı emâneti de kendinin olsun, alâmeti de, gayrı adını bile anmam o perinin; tek Allah Oğuz’a zeval vermesin!” dedi ve dağılan sürüsünün peşinden gitti. Bayındır Han beyleriyle ata biner, dağın taşın hatrını sorardı. Uzun pınara gelip bir su içecekken, hani çobanın saban taşına tuttuğu alâmet yok mu, onu görünce suyu seli unuttular.. Etrâfına toplandılar. İndi bir yiğit bunu tepti. Teptikçe büyüdü. Bir kaç yiğit daha indiler, teptiler. Teptiklerince büyüdü. Aruz Koca da inip tekmeledi.
Mahmuzu dokundu, bu kütle yarıldı. İçinden bir oğlan çıktı, gövdesi adam, tepesinde bir gözü var. Aruz aldı bu oğlanı eteğine sardı, dedi: “Hân’ım bunu bana verin, oğlum Basat ile besleyeyim” dedi. Bayındır Han: “Senin olsun” dedi. Aruz Tepegöz’ü aldı evine getirdi. Buyurdu, bir dadı geldi. Memesini ağzına verdi.
Bir emdi, olanca sütünü aldı. İki emdi kanını aldı, üç emdi canını aldı. Bir kaç dadı getirdiler, helâk etti. Gördüler olmuyor, sütle besleyelim dediler. Günde bir kazan süt yetmiyordu. Beslediler büyüdü, gezer oldu, oğlancıklar ile oynar oldu.
Oğlancıkların kiminin burnunu, kiminin kulağını yemeğe başladı. Hâsılı, halkın bunun yüzünden çok canı yandı, âciz kaldılar. Aruz’a şikâyet edip ağlaştılar. Aruz Tepegöz’ü dövdü, sövdü, men etti; o dinlemedi. Nihâyet evinden kovdu. Tepegöz Oğuz içinden çıkıp Kanlı Kaya derler bir dağa çekildi. Tepegöz’ün peri anası gelip oğlunun parmağına bir yüzük geçirdi.
“Oğul sana ok batmasın, tenini kılıç kesmesin” dedi. Yol kesti, adam aldı, büyük harâmî oldu. Üzerine bir kaç adam gönderdiler, ok attılar batmadı, kılıç vurdular kesmedi, mızrak sapladılar işlemedi. Çoban çoluk kalmadı, hep yedi. Oğuz’dan dahî adam yemeğe başladı. Oğuz toplanıp üzerine vardı.
Tepegöz görüp kızdı, bir ağacı yerinden kopardı, atıp elli altmış adam helâk eyledi. Alplar başı Kazan’a darbe vurdu. Kazan’ın kardeşi Kara Göne Tepegöz’ün elinde perîşan oldu. Düzen oğlu Alp Rüstem şehit oldu. Uşun Koca oğlu gibi pehlivan, elinde şehit oldu. Zayıf canından iki kardeşi Tepegöz’ün elinde helâk oldu.
Demir giyimli Mamak, bıyığı kanlı Bügdüz Emen, elinde perîşan oldu. Ak sakallı Aruz Koca’ya kan kusturdu. Oğlu Kıyan Selçuk’un ödü patladı. Oğuz Tepegöz’ün elinde tam perîşan oldu. Vardılar Dede Korkut’u çağırdılar, onunla konuştular.
Dedem Korkut gitti, selâm verdi, dedi: “Oğul Tepegöz, Oğuz elinde perîşan oldu, bunaldı, sana haraç verelim, derler” dedi. Tepegöz dedi: “Günde altmış adam verin yemeğe.” Dede Korkut dedi: “Bu şekilde sen adam bırakmaz tüketirsin, amma günde iki adam ile beş yüz koyun verelim.” Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarırmış.
Gözünü Dede Korkut’a dikip, dedi: “Hatırın yerde kalacağına, pekâlâ öyle olsun ama, bunları bana pişirip taşıyacak iki de yamak verirsen…” Allah amansızlara aman vermesin; Dede Korkut döndü, Oğuz’a geldi, dedi: “Yünlü Koca ile Yapağılı Koca’yı Tepegöz’e verin, yemeğini pişirsin; hem günde iki adam ile beş yüz koyun istedi.” Bunlar da râzı oldu.
Dört oğlu olan birini verdi, üçü kaldı Üç olan birini verip ikisi kaldı. Kapak Kan derler bir adam var idi. İki oğlu var idi. Bir oğlunu verip biri kalmıştı. Tekrar sıra dönüp dolaşıp ona gelmişti. Anası feryat edip ağladı, figân etti. Meğer Hân’ım, Aruz oğlu Basat gazâya gitmişti, o sırada geldi. Yaşlı kadıncağız vardı. Basat altınlı gölgeliğini dikip otururken gördüler ki bir hâtun kişi geliyor.
Geldi içeri Basat’a girdi selam verdi, ağladı, dedi: “Avucuna sığmayan karaçalı oğlu, iri teke boynuzundan katı yaylı, iç Oğuzda dış Oğuzda adı belli Aruz oğlu hanım Basat, bana medet! Yalancı dünya yüzünde bir er ortaya çıktı, otlağında Oğuz elini kondurmadı, kara çelik öz kılıçlar kesilecek kılını kesmedi, kargı mızrak oynatanlar saplayamadı, kayın oku atanlar kâr etmedi; alplar başı Kazan’a bir darbe vurdu, nice yiğitlerde can komadı; meydan üzerinde kardeşin Kıyan Selçuk bile can verdi.
Yedi defa Oğuz’u yerinden sürdü; haraç kesti, günde iki adam beş yüz koyun istedi. Yünlü Koca ile Yapağılı Koca’yı ona hizmetkâr verdiler. Dört oğlu olan birini verdi, üçü olan birini verdi, ikisi olan birini verdi, iki oğlancığım var idi, birini verdim biri kaldı. Döndü sıra tekrar bana geldi, onu da istiyorlar.”
Basat’ın karanlıklı gözleri yaşla doldu. Kardeşi için çok ağladı, feryat figan kıldı. Hani bu gözyaşını yiğitliğe yakıştıramayanlar olur ama, kardeş ciğerdir, ciğere dayanılır mı? O hâtun kişiye bir esir verdi, “var oğlunu kurtar” dedi.
Hâtun aldı, oğlunun yerine verdi. Basat durur mu, kara haberi alınca, dört nala gidip vardı anacığı ile babasına. Basat’ı görünce, dünyâlar onların oldu. Akça yüzlü anası bağrına bastı onu, ağladılar süyüm süyüm; konuştular düğüm düğüm. Kapılarında büyüttükleri Tepegöz’ün, bu yaylaların başına nasıl bir belâ kesildiğini bir de onların ağzından duyunca basat ellerini dizlerine vurdu; “bunu koymam o nâmerde” dedi doğruldu.
Anası, babası bir yandan, ötekiler öbür yandan: “Aman oğul, kanına mı susadın; Tepegöz bildiğin Tepegöz değil; gel ocağını ıssız koma” dediler. Gidip gelmeyenlerin gittiği yoldan çevirmek istediler ya, kâr etmedi Basat’a. “Ölümden ötesi yok ya!” deyip kuşandı kılıcını, taktı yayını.
Tepegöz’ün bulunduğu Salhana Koyasına geldiğinde bir de baktı ki, Tepegöz güneşe karşı yatıyor. Çekti belinden bir ok çıkardı. Tepegöz’ün sırtına bir ok vurdu. Ok geçmedi, parçalandı. Bir daha attı. O da parça parça oldu. Tepegöz ihtiyarlara dedi: “Bu yerin sineği bizi usandırdı!” Basat bir daha attı. O da parçalandı.
Bir parçası Tepegöz’ün önüne düştü. Tepegöz sıçradı baktı. Basat’ı gördü, elini yarıldı, yedi yerden kapı açıldı. Birinden dışarı çıktı. Tepegöz künbede elini soktu, öyle kaçtı ki künbet altüst oldu. Tepegöz dedi: “Oğlan, kurtuldun mu?” Basat dedi: “Tanrım kurtardı.” Hemen koştu, kocaları buldu, dedi: “Bre akça kocalar, bu Tepegöz olacak mahlûkun ölümü acep nedendir?” Onlar da: “Bre yiğitlerden yiğit Basat, biz bu lânetin kan akacak damarını bilseydik, çoktan canını cehenneme yollardık; derisi demir, kemiği polat; gözünden gayrı bir yerinde et yok ki…”
Basat dedi: “Öyle ise bir süngü kızdırıp getirin bana.” Basat ateşten ateş kesilmiş süngü ile dikildi Tepegöz’ün başına. Öyle bir batırdı, öyle bir batırdı ki, gayrı göz mi kalır? Canı çıkacasının canı yanınca öyle bir nâra attı ki, dağ taş inledi. Gözü görmese de hiddeti büyük Tepegöz’ün. Basat koştu, mağaraya attı kendini, koyunların içine. Hemen bit koçu kesti, büründü derisine.
Tepegöz gelince tutuna tutuna bu ağıla benzemez yerin kapısına, tek tek yokladı sıradan tüm koyunları. Basat’a gelince sıra, elinde bir post kaldı. Basat yamacına tırmandı, güldü.Tepegöz dedi: “Oğlan, kurtuldun mu?” Basat dedi: “Tanrım kurtardı.” Tepegöz Basat’a bir tuzak kurmayı düşündü, dedi: “Aman yiğit, beni bir gözümden eidp, dünyâmı zindan eyledin. Gel canımı bağışla, ben de sana öyle tılsımlı bir yüzük veririm ki, ne ok işler, ne süngü…”
Tam yüzüğü uzatırken, allem edip kalem edip yüzüğü düşürdü. Basat da eğilip alacak olunca Tepegöz davrandı âniden pala bıçağına. Kuş kanatlı yiğit atmasaydı kendini kırk kulaç öteye, dilim dilim dilinecekti.
Bu oyundan kurtulunca Basat, dikildi Tepegöz’ün yamacına. Tepegöz dedi: “Oğlan, kurtuldun mu yine?” Basat dedi: “Tanrım kurtardı.”Tepegöz dedi: “Sana ölüm yokmuş, şu mağarayı gördün mü; orada iki kılıç var, biri kınlı biri kınsız, o kınsız keser benim başımı, var getir, benim başımı kes!” Basat mağara kapısına vardı. Gördü, kınlı kılıç, kınında uyuyor ama, kınsız kılıç sallanıp duruyor.
Basat bunlara tedbirsizce yapışmadı, kendi kılıcını karşı tuttu kınsız kılıca, bölüm bölüm bölündü. Daha ne tuttuysa, dilim dilim dilindi. Sonra yayını eline aldı, ok ile o kılıcın asıldığı zinciri vurdu. Kılıç yere düştü, gömüldü. Demir bilekli yiğit, hemen “Allah” deyip kabzasından çekerek çıkarttı, gene Tepegöz’ün yamacına dikildi, dedi: “Bre Tepegöz nicesin?” Tepegöz dedi: “Bre oğlan daha ölmedin mi? Sana ölüm yokmuş. Yetmiş iki millet bir araya derlense, gene bir tüyüme dokunamaz sanıyordum; analar neler doğuruyormuş meğer!
Yiğit dediğin adını saklamaz, adını bağışla da, son nefesimde olsun, nasıl bir yiğidin eliyle öldüğümü bileyim bâri!” Basat başını kaldırdı: “Ben Oğuz elinden, öç yolundan geliyorum. Yedi dünyâya hükmeden Hân’ımı sorarsan, Hanlar Hân’ı Bayındır Han; bayrağımı çekeni sorarsan, Salur Kazan Han. Atam dersen, Karaağaç; anam dersen, bir arslan, bana da Uruz oğlu Basat derler, tanıdın mı şimdi, ecelin kimin elinde?”
Tepegöz dedi: “Biz kardeş sayılırız, ben sizin kapınızda büyüdüm, gel kıyma bana!” Basat dedi: “Sus, tuz ekmek hâini sus; kardeş sözünü ağzına alma! Yiğitlerden yiğit Selçuk’a kıyan, sen değil misin? Akça yüzlü karısını dul eyleyen, elâ gözlü yavrusunu sel eyleyen, ocağımı yakıp kül eyleyen, sen değil misin?” Tepegöz, yüzünün karası yüzüne vurulunca, suçu kabahati gözüne yükleyerek kendi kendine söylenmiş:
“Gözüm, gözüm; dünyâları yese doymayan gözüm; ne yiğitler yedin, doymadın; kim bilir kimin âhı tuttu seni; gayrı toprak doyursun seni gözüm!”
Basat dedi: “Son pişmanlık akça etmez Tepegöz, eliyle eden, boynuyla çeker elbet!” Yerinden kalkıverince Basat, erkek deve gibi Tepegöz’ü dizi üzerine çökertti. Tepegöz’ün kendi kılıcı ile boynunu vurdu. Yayının kirişine takıp başını, sürüye sürüye mağara kapısına geldi.
Yünlü Koca ile Yapağılı Koca’yı Oğuz’a müjdeci gönderdi. Ak boz atlara binerek koşturdular. Kudretli Oğuz ellerine haber geldi. Yedisinden yetmişine kadar Oğuz elinde kim var, kim yok, cümlesi gelip toplanmışlar oraya…
Dünyâyı başlarına dar eden Tepegöz’ün başını, Basat’ın ayakları dibinde görünce, yeniden doğmuşa döndüler. Dedem Korkut da gelip, soy soyladı, boy boyladı; gâzî erenlerin başından geçenleri dizip koştuktan sonra: “ Bu oğuznâme Basat’ın olsun; dünya durdukça çekilsin tellere, destan olsun dillere!” deyip beş kelime duâ kıldı: “Hey yiğit, hey! Karşı yatan kara dağların yıkılmasın…
Gölgelice ağaçların kesilmesin… Karlı, buzlu suların kurumasın… Sen bizim yüzümüzü ağarttın, dünya, âhiret senin de yüzün ak olsun. Allah daha da, ne murâdın varsa versin; yaylamıza, yurdumuza bağışlasın seni!”