“Her acı anlatılmazdır. Bazı acıların, acıdan öte bir şey olmak dolayısıyle eşi benzeri yoktur.
Yılmaz Öztuna’yı kaybettiğimizi duyunca, içimde hissettiğim boşluk bunu söylüyordu: Yalnızdın, şimdi bir tarafınla daha fazla yalnızsın! Her gidenle biraz daha yalnızlığı derinleşen sol yanına şimdi çığ düştü!
Yalnız kadar yalnız hissettiğin o tarafınla ağır düşüncelerde sabahlarken, işte bu da oldu ve “Beyefendi” de gitti…”
Türk Yurdu için istenen yazıya böyle başlamıştım. Sevgili Çağatay Özdemir (Prof.Dr.), 10 Şubat’ta yazı talebinde bulunmuştu. Onu kaybedişimizden bir gün sonraydı. Kendimi soğukkanlı bir yazıya hazır hissetmiyordum.
Acımı söyleyebilecek dili de bulamıyordum. Şaşkındım.
Bu satırlar o sırada geldi. Bir “doğuş” gibiydi. Onun için bu yazıya da o cümlelerle girmek istedim.
Yıllar yılı, Üstâdımız Yılmaz Öztuna’yı hakkıyla ifade edecek bir sıfat aradım. Eskiler, mutlaka “Hezâr-fen” benzeri ve ondan da kuvvetli bir sıfat bulur, söylerlerdi.
Ben bulamadım. Hezâr-fen denilen büyük isimlerden daha fazla, daha büyük, daha derin ve yüksek bir şahsiyet olduğunu düşünmek için o’na yakın olmak gerekmiyor.
Hakkıyla bildiği, ilim ve sanat alanlarını sıralamak bile, bu şaşkınlığı anlaşılır göstermeye yeter. Anladığı ve pek çok mensubundan daha çok bildiği alanların isimlerini duymak da hayretten öte bir tarifsizliği söyler. Bütün bunları bir insan mı yaptı?
Bütün bunları bir insan mı biliyor? Bütün bunları bir insan, bir ömürde mi biliyor ve yapıyor? Suallerinin sonu gelmez.
Bu, Yılmaz Öztuna’dır. Başka bir yaradılıştadır. Doğuştan yüksek voltajlı bir bilme-anlama enerjisiyle doğmuştur. Onun için, daha gençliğe adım atmadan ilmin kapısını aralamıştır. Onun 12-13 yaşında geldiği yere, çok gayretli normal insanlar bir ömrün sonlarında bile ulaşamamış olabilirler.
Üstelik, bu yaşlarda merakının çeşitliliği, doymak bilmez tecessüsü, insan cinsinin büyük öncüler sınıfından ender çıkan müstesnâ bir örneğini müjdeler.
İlk eserini 15 yaşında vermiştir. 1402 Ankara Muharebesi’ni yazan o genç, dünyanın en genç âlimi sıfatını hak etmiş, geleceğin büyük âlim ve sanatkârıydı.
Bu başlangıca uygun olarak, en çok eser verdiği sâha tarihti ve en çok bilinen tarafıyla tarihçiydi. Türk Tarihi ağırlıklı olmak üzere, yazdıkları yüzlerce cildi, herhangi bir üniversitenin ilgili bölümünün bir asırda yaptığı ve yapabileceği çok şüphelidir.
Türk müzikolojisinde, Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi ile ve ona paralel yayınlarıyla yegânedir.
Şecere ilminde de öyledir. 5 büyük cildlik Devletler ve Hânedanlar adlı eseri 30 yılda hazırlamıştır. Bunu bana söylediğinde, yaşım otuzlardaydı ve üç beş yazı ve şiirle kendimi epeyce iş görmüşlerden zannederdim.
Siyasetçiliği, gazeteciliği, dîvan edebiyatı sevgisi, o edebiyatımıza çok bilinmeyen ulaşılmaz derecede uzmanlığı, Sinema ve polisiye roman merakının ihtisas derecesinde oluşu, bir insandan ziyade pek çok insanı, bir ömürden ziyade pek çok ömrü yaşamış muazzam kapasiteli bir insan terkîbini gösterir.
Osmanlı’nın itibarını sağlayan da, Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı’nın kurulmasına ön ayak olan da o’ydu.
Bir dönemde çok büyük hizmet gören, Türk Klâsikleri serisinin başlatılması fikri de o’nundur. Hayat Tarih ve benzeri yayınlarla, kitaplarıyla Türkiye’ye tarihi sevdiren de o’dur.
İşte kaybettiğimiz, bu büyük hazînedir. Can sermâyesidir. Nesilleri mayalayacak bir bilgi ve ruh kâinâtıdır.
İlk tanışmamızı hatırlarım. 1987 yılıydı. Bir müzik tarihi belgeseli düşünüyorduk. Telefon ettim. Çok mültefit ifadelerle, şiirlerimi, yazılarımı tâkîb ettiğini söylemesine şaşırmıştım.
Bunca meşguliyet arasında, günün edebiyat dergilerini, fikir ve sanat yayınlarını biliyor olmasını düşünemezdim. O konuşmadan bir nükte de çıkmıştı.
Tunalı soyadımı hatırlatarak, “Ben Öztuna’yım, siz?” diye sormuş, ben de “Ben üvey Tunalı’yım Efendim!” demiştim. Telefon görüşmesinden sonra, Çevre Sokağı’ndaki evine gittim. O başlangıcın yakınlığı, vefâtına kadar artan bir ilgi, sevgi ve hürmetle devam etti.
1999-2002 arasında, 3 yıl boyunca her hafta TRT2’de Tarih Konuşmaları’mız oldu. Türk Televizyonculuk Tarihi’nin en uzun tarih programı belki de odur.
Az ve yüksek seviyede bir seyirciyi kendisine bağlamak bakımından, tematik yayıncılık için örnek bir program olduğu açıktır.
Dünyanın hemen bir yarısında o programı seyreden meraklılar vardı.
Avrupa, Amerika bir yana, sabahın 2.30’una rastlayan yayın saatine rağmen, Türkmenistan’ın Aşkabad şehrinde de, Özbekistan’ın Taşkent şehrinde de uykusuzluk pahasına beklenerek seyredilmişti.
Aradan 10 yıl geçmesine rağmen, Türkiye içinde de aynı bağlılıkla bekleyenleri olduğunu hâlâ duyuyor, görüyorum. Yılmaz Öztuna, kendisini yaşardı ve bu kendisi oluş, insanı bir yerden yakalardı.
İçten konuşan, bunun için de tiryâkîlik yaratan, bilgi, görgü, mizac, ruh ve gönül üstünlüğüne sahipti.
Yılmaz Öztuna’nın hayâtı, kütüphanesinde, yazı masasında geçerdi. Sadece haftada bir gün, 40 yıldır devam ettirdiği Perşembe Toplantıları için bir grup dostuyla buluşurdu. İstanbul’da katıldığı pek çok sohbet meclisi olmuştu.
İnsan yetiştiren merkezlerdeki söz ve sohbet kadar, yetişmişlerin buluştuğu bu meclisler de, irfan hayatını zirvede tutan bir gelenek zinciriydi. Yetiştiği sohbet geleneğinin devam ettirilmesine çok titizlenir ve başlattığı bu toplantıları çok önemserdi.
Yılmaz Öztuna’ya biz sohbet halkasında bulunanlar, “Beyefendi” derdik.
Sanki, başka hiçbir sıfat bizi ona bu kadar yaklaştıramazdı.
Sadece “Beyefendi” hitâbıyla göğsümüz ine-kalka, dolu ağız, dolu gönülle boşalırdık. Duygumuz, hâlimize tam bir teslîmiyet verirdi. Bu işin sırrı, onu tanımaktaydı. Yıllar yılı önünde diz çökmüşlerin, feyz almışların, hayranlığında yıkanmışların duygusuydu. Yenilenir, değişirdik.
Evet, Yılmaz Öztuna’yı kaybettik.
Türk Tarihinin, mûsikîsinin, Divan Edebiyatı’nın, şecere ilminin büyük üstâdıydı. “Yazdıklarını daktilo etmeye bir heyetin bile ömrü yetmez!” diyenler arasında sıra sıra profesörler vardı. Bazıları, “Üniversitelerimizin ilgili bölümlerini üstüste koysak, bir Öztuna eder mi?” derlerdi.
Bu soru bile, kaybımızın derecesini göstermeye yeter.
O, vakfedilmiş hayâtında,”Ben, ailem ve dostlarım için yaşarım!” derdi. Tabii, Türklük büyük ailesiydi. Türklük için yaşamak, hayatının gâyesiydi. En büyük Türk Milliyetçileri arasında bulunduğu kesindir ve yaptıklarıyla sâbittir.
Bendeniz, Hocamı, Üstâdımı, Dostumu kaybettim.
Rûhu şâd olsun!
(*)Yağmur TUNALI-www.haberacisi.com