Bir anlamda saygısızlık olduğunu bile bile, burada sizlere kim bilir kaç kere Ayverdi Sözlüğü’nden bahsettim.
Nasıl etmeyeyim, bu çok değerli çalışmaların mahsulünü methetmeye doyamıyordum.
Saygısızlık bunun neresindeydi onu da ben söyleyeyim. Bir vakıf yayımlamıştı üç ciltte 3550 sayfalık bu müstesna sözlüğü. Kısa adıyla Kubbealtı Lugatı. Tam adı Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Nihad Sami Banarlı beni vaktiyle uyarmıştı:
– «Büyük Lugat ve Ansiklopedi» pek uzun bir ad. Bana kalırsa bu ansiklopedinin adı zihinlerde ve dillerde Meydan Larousse olarak yer edecektir, diye.
Dediği oldu.
Üzerinde yıllardır çalışıldığını uzaktan takip ettiğim bir sözlüktü bu. Doğrusu merak da ettiğim. Yayımlandıktan sonra bu eserden Ayverdi Sözlüğü diye bahsedegeldim. Bir sözlük çalışması ekipler tarafından yapılsa da, o kadronun içinde daima biri vardır, ki işin asıl yükünü her zaman o çeker.
Bu sözlük çalışmasının bütün ağırlığıyla rahmetli İlhan Hanımefendi’nin omuzlarında odluğundan da emindim.
İlhan Ayverdi geçen 6 Kasım cuma günü, çevresinin deyişiyle «seksen üç yaşında Cemâl’e kavuştu.»
Sözlüğünün değeri yanında, tek kelimeyle değindiğim o «çevre»nin de ayrı bir anlamı ve önemi vardır. Kişiliğine eklenen müstesna eseriyle İlhan Hanım da veliyullahtan biridir bence.
Tanışırdık, ama hayli dolaylı bir tanışmaydı bizimki.
Kısaca anlatmaya çalışacağım, çünkü Ayverdi herhangi bir soyadı değildir. Ben ünlü roman yazarlarımızdan Samiha Ayverdi ile ağabeyi mimar ve mimarlık tarihi uzmanı Ekrem Hakkı Ayverdi’yi, eski ve yakın arkadaşım (o da rahmetli) Nezihe Araz vasıtasıyla tanıdım.
Muzırlık bu ya, o değişik çevreyi Mesihpaşa Dergâhı diye adlandırmaktan da geri durmadım.
Havadis gazetesinde tanışıp arkadaş olduğumuz Nezihe, aslında Ankaralıdır; Bulgurlu ailesinden. Yazar olarak İstanbul’a göçtüğünde Ayverdi ailesine yakın bir ev tutmuş; İstanbullu akrabalarıymışcasına Ayverdi’lerle «hallihamur» olmuştu.
(Bu da onun sıkça kullandığı deyimlerden biridir; hallihamur olmak, İlhan Ayverdi Sözlüğü’ne göre «Bir şeyin veya çevrenin içinde erimek, onunla kaynaşmak» demek.) Samiha Hanım Nezihe’nin ablası, Ekrem Hakkı Bey ağabeyi; öyle hitap ederdi ve o kadar yakın bilirdi bu iki büyüğünü.
Durup dururken dergâh mensupları demedim bu çevrenin insanlarına; hepsi eğitimci, mutasavvıf, bizzat açtığı İstanbul’daki Altay Rifaî Dergâhı’nın 1925 yılına kadar şeyhi olan Kenan Rifaî’nin müritleri idiler.
Tasavvuf, tarikat, dergâh, tekke…
günümüzde kullanırken artık ne olduğunu açıklamak da gereken kelimeler, kavramlar. Bilmeyen gençler bir zahmet sözlüğe baksın. O kadarına vaktim ve yerim yetmez benim.
Pek de meçhulünüz olamaz bu terimler diye düşünüyorum.
Hemen söyleyeyim ki, benim Nezihe sayesinde tanıdığım dergâh mensupları fevkalâde görgülü, bilgili, çağdaş insanlardı. Ekrem Bey ve Samiha Hanım o dönemin ileri gelen ve cidden şöhret ve itibar sahibi kişilikleriydi.
Birkaç kelimeyle, çoğunuzun hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığını tahmin ettiğim Kenan Rifaî’yi anlatayım.
1866’da Filibe’de doğmuştur.
1950’de İstanbul’da vefat etti. Galatasaray Lisesi mezunlarındandı. Öğretmen oldu. Fransızca, Türkçe ve resim derseri verdi. Okul ve çeşitli şehirlerimizde maarif müdürü olarak görev yaptı. Fener Rum Kız ve Erkek Liselerinde hocalığa devam etti. Özel İstiklal Lisesi’nin kurucusuydu diye biliyorum.
Filibe’de mutasavvıf Şeyh Edhem Efendi’nin talebesiydi. Medine’de Şeyh Hamza Rifaî’den şeyhlik icazetini aldı. Dergâh çalışmalarında İslam ahlâkının çağdaş anlayışla yorumlanmasını ve dergâhların kültür akademileri halinde gelişmesini ideal edinmiş bir aydın insandı.
Eserleri, Fransızca’dan tercüme ettiği ve tercüme edilmiş kitapları, bestelenmiş ilâhileri ve divan tarzı şiirleri vardır. (Dostlarımdan, uzun yıllardan beri Kanada’da yaşayan Cemil Büyükaksoy, rahmetli Kenan Bey’in torunudur.
Bilgiçliğe kalkmamın bir sebebi de bu.)
Araya bu dikkate değer portreyi sığdırmaya çalışmamın sebebi, Türkçe’nin dergâh ve tekkelerde gördüğü itibarı bilmemdir. Türkçesine ve Fransızcasına hayran olduğum, üniversitede hocam, Yeni Sabah’ta sütun sahibi ustam ve dostum olan Prof. Sabri Esat Siyavuşgil’e bir gün:
– Üstadım, sizin Türkçenizin temelinde ne var, diye sormaya cüret ettim. Aile ve eş dost çevresi mi, mektepler ve Türkçe konusunda titiz hocalar mı, mektepler ertesi tanıdıklarınız mı, okuyup yazdıklarınız mı, yoksa şair oluşunuz mu?
Sizin seviyenize erişemeyeceğimi bilsem de, müstesna Türkçenizin kaynağını olsun öğrenmek istiyorum.
Müstehzi adamdı Sabri Esat bey. Bir süre güldü. Yüzünde, «Senin ne üstüne vazife?» sualinin gölgesini de sezmedim değil. Sonra birden ciddileşti ve cevap verdi:
– İşin temelinde galiba tasavvuf terbiyesi var, dedi; ben tekkelerde büyüdüm.
Samiha Ayverdi’den bir cümle:
«Rifaî, Kadirî, Mevlevî diye ayrı ayrı isimler altında aynı ruha, aynı gayeye, aynı yürek yanığına sahip olan derviş için tekke müşterek terbiyenin, müşterek görgünün, müşterek felsefenin pişirilip kotarıldığı ocaktı.»
Bir akşam Ekrem Reşit ve Cemal Reşit Rey kardeşlerin Nişantaşı’ndaki konak türü evlerinde, akşam yemeğinde şair, eski bakan ve edebiyat hocası, eserlerini H. Nazım diye imzalayan Ahmet Reşit Rey’e sordum, tekke ve dergâhlar ile Türkçe arasındaki eşitliği. Hemen cevap verdi:
– En güzel Türkçe daima tekkelerde konuşulmuş ve yazılmıştır. Dinî yanı ayrı bahistir, ama unutmayın ki tekkeler, «ârifâne sohbetin mâbedi» sayılır.
Yunus Emre durduğu yerde dememiştir Erenlerin sohbeti artırır mârifeti / Câhilleri sohbetten her dem süresim gelir, diye…
İlhan Ayverdi Sözlüğü bahsini, müsaadenizle bir başka yazıda tamamlayalım.
Hakkı DEVRİM- Radikal Gazetesi – 11/11/2009