Mahalledeki gayr-ı Müslim komşularımız için de “hanımsız, beğsiz” veyâ “efendisiz” konuşmayan; Artin’e dahî “Artin Ağabey” dedirten terbiyemiz, Sait Ağa’nın oğlu delilik yapsa bile, ona da İzzet Ağabey dedirtirdi. Rum da olsalar, gayr-ı Müslim diye de bilinseler hor hakîr görülmeyen Artin’ler, Agop’lar, Marisa’lar biz Müslüman Türkler için ne düşünür ne hissederdi, bilmiyorum. Ama hiç birimiz, onlardan birinin adını anacak olsak; isimlerini hanımsız, beğsiz, efendisiz telâffuz etmezdik.
İşte bugün bile Artin Ağabey diye yâd ettiğim adamın annesi, mahalelinin dilinde dâima Marik Hanım… Marisa’nın, kendi hâlinde sessiz sedâsız bir adam olan kocası da Agop Efendi diye anılırlardı. Hâlbuki bunlar, bir bakıma “kılıç artığı” sayılacak kimselerdir. Evet, kılıç artığı!
Fakat hangi kuvvettir, onlara azınlık veyâ kılıç artığı muâmelesi yaptırmayan sırlı kudret? Nereye gitti bu sır? Ne zaman, nasıl kaybettik biz bu güzellikleri acabâ?
Anadolu’nun, dolayısıyle Kütahya’nın işgalden kurtarılmasıyla birlikte def olup giden; Mehmetçiğin önünden kaçan Rumların artıkları değil miydi onlar? Evet ama, buna rağmen “bizden birileri” olarak kabûl ettiğimiz o insanlar da bizleri incitmemişlerdir.
Müslüman Türk’ün bu inceliği ve bu zarif insanlığı, elbette ki îmânından kaynaklanıyordu. Şimdi ise bunlardan eser var mı sizce? Aynı îmânın, aynı toprakların insanları olmamıza rağmen birbirimize karşı bugün “kılıç artığı” muâmelesi yapmıyor muyuz?
Yazık!
Ben, yokuşun köşesine rastlayan, bu yüzden de sık sık kömür kamyonlarının çarptığı ahşap evimizi; evimizin cumbalı penceresini, karagöz oynattığım kömürlüğünü, futbol topu sakladığım kuyumuzu bugün nasıl özlüyorsam; komşularımızı da onlar kadar özlüyor ve sevgiyle saygıyla anıyorum. Çünkü onlar, sevilecek ve hayırla anılacak kadar insanî meziyetleri, güzellikleri olan insanlardı.
Sanki, komşu bile değillerdi, biz onlarla “kalabalık bir âile” idik.
Meselâ bir “Şekerciler” vardı.Şekerci Ârif Amca ile hanımı Azîme hanım..
Benden sonraki neslin çocukları O’na Şekerci Dede derdi. Kısacık boyu, toparlacık vücûduyla ve tabiî hanımıyla birlikte, mahallelinin bir diğer sığınağı idiler.
Gerek Hacı Baba’nın evi ve gerekse Şekerci Dede’nin hânesi, karı-koca, gelin – kaynana sürtüşmelerinin… Yâhut parayla ilgili sıkıntıların âdetâ tereyağından kıl çekercesine hâllediliverdiği “hükûmet gibi” yerlerdi.
Bugünün birer dâvâ konusu veyâ boşanma sebebi olan pek çok anlaşmazlık; onların güngörmüş, tatlı sert müdâhalesi ile ve daha büyümeden düzene giriverirdi.
Terâziyi dâimâ denk tutar, haksızlık yapmazlardı ve onların verdiği hüküm üzerinde tartışmak, kimsenin aklından geçmezdi.
Gıybet ve dedikodu, o sıralar bizden uzaklarda yaşayan iki derebeyi idiler; onları tanımaz, bilmezdik.