Babamdan ve bir yakın dostumdan dinlemiş olduklarım:
Peşin olarak şunu belirteyim ki babam, pek çok Harbiye mezunu gibi, Sultan Hamid idâresini, tarafsız bir bakışla seyredip yakınlık duyanlardan değildi. Böyle olmasına rağmen, gerçekleri görüp göstermekten de geri kalmazdı. Nitekim işte anlatıyor:
Almanya İmparatoru Wilhelm, iki defa Türkiye’ye gelmiştir.
Tabiî ki bu her iki seyâhatin gâyesi de Alman siyâsî ve iktisâdî menfaatlerine kapı açmaktı. Başta Hicaz demiryolu inşaatını Alman firmalarına alabilmek ve Alman Sanâyii için müsâit bir Pazar olduğu âşikâr bulunan Osmanlı topraklarında Cermen çıkarlarına alış-veriş merkezleri kurmaktı.
Aşağı yukarı, bütün Avrupa devletleri, müstemlekecilik nîmetleri yüzünden refâha ermiş, iptidâî insan malzemesini hem horlamış hem de ondan, alabildiğine faydalanmıştı. Almanya ise ağzı sulanarak imrendiği bu müstemlekecilik furyasından pay alamamış olmakla, yanıbaşında sayılan Osmanlı Devleti’ni makası arasına neden almasındı?
Hem, Türk toprakları tükenmez bir hammadde kaynağı idi ki, Alman sanâyiini beslemekte, Asya ve Afrika müstemlekelerini asla aratmayacak bir zenginliğe de sâhipti.
İşte Kayser Wilhelm bunun için İstanbul’dadır ve II. Sultan Abdülhamid, misâfirini araba ile şehirde dolaştırdığı bir gün bu zevkli nezâket gezmesini fırsat bilen kayser, tercümana: “Zât-ı şâhâneye söyleyin, Şap Denizi’nde* metruk bir ada vardır, müsaade buyursun da orayı biz işgal edelim,” diyor.
Pâdişahtan tereddütsüz gelen cevap ise şudur: “Haşmetmeâb için bir adanın sözü mü olur, ancak iş’ar-ı devletlerinden evvel burası bizim üss-ü bahrîmiz olmuştur, şimdi askerimizi çekmek doğru olmaz. Hem bundan İngiltere de kuşkulanabilir.”
Bu ince diplomatik karşılığı alan Alman imparatoruna hayran olup susmaktan başka yapacak iş kalmıyor.
Fakat verdiği cevapla Wilhelm’i mat eden pâdişahı, yapacağı bir başka iş bekliyor. O da şu: Saray’a döner dönmez, Harbiye Nâzırı’nı çağırtıyor ve Mâbeyn’de telgraf başına geçerek, mahalline keyfiyetin bildirilmesini, adanın işgal edilerek acele tahkim edilmesini söylüyor.
***
Fransa’nın Osmanlı Devleti’nden alacağı vardır. Bu alacağa karşılık Limni ve Midilli adalarını işgal için donanmasını sevkediyor. Pâdişah bu tatsız ve nâbecâ hareket karşısında nota teatisi gibi klasik ve netîce alınmaz diplomasi oyunlarına baş vurmuyor. Bâbıâli’den İngiltere kraliçesine giden mektupta Sultan Hamid: “Hakk-ı Hilâfetim hasebiyle Hindistan’a bir seyâhat icrâ etmek istiyorum.” diyor.
Kraliçe ve İngiliz siyâsî çevreleri bu yazıyı alınca telâşlanıyorlar. Hiçbir Halîfe-i Müslimîni, işgalleri altındaki toprakların Müslümanları ile temas ettirmek isterler mi?
Bu yazının gâyet ustalıkla tertip edilmiş bir politik ihtar olduğunu Fransız donanmasının geri çekilmesi husûsunda İngiltere’den teşebbüse geçmesini istendiğini anlayıp, Fransızlara tazyik ederek donanmayı geri çektiriyorlar. Pâdişaha da: “Hatt-ı hareketinizi siz tâyin buyurun, biz lâzım gelen ihtirâmatta kusur etmeyiz” diye bildiriyorlar. Mesele hâl olmuştur. Pâdişah teşekkür ettikten sonra: “Şimdilik, seyâhatten vazgeçtim” karşılığını veriyor.
Sözüne senet denecek bir dosttan:
Hicaz demiryolu muhasebesinde çalışmıştım. Şam’dan Maan’a varmak için bir sene çalışmak lâzım geliyordu. Bir gün Sultan Hamid’den emir geldi. Cülus veya velâdet gününe yetişmesi için hattın bir ayda ikmâlini istiyordu. O zaman iki uçtan faaliyet başladı. Mâbeyn vâsıtası ile her iki saatte, hattın nereye geldiği soruluyordu. Bu tâkip ve teşvik netîcesi inşaat sür’atlendi. Böylece pâdişahın fikri tâkibi ile gerçekten hat sür’atle tamamlandı.
İzzet Holo Paşa Şam’a geliyor ve kardeşi Mustafa Bey’in evinde kalıyor. Ben de Şam’da Ziraat Bankası Müdürü idim3. Vâli, Mardinî Ârif Bey nâmındaki zat, bâzı müdürlerle berâber beni de çağırttı ve: “İzzet Paşa gelmiş, gidelim kendisine bir hoş amedî yapalım” dedi. Vâli ve müdürlerle berâber gittik. Hal hatırdan sonra Mustafa Bey vâliye hitâben:
“Birâderim, az evvel Sultan Abdülhamid’in zekâsından bahsediyordu,” dedi. O zaman vâli bey: “Devam buyurun, biz de istifâde edelim..” deyince, İzzet Paşa anlatmaya başladı:
“İstanbul’da, 311 senesinde bir Ermeni ayaklanması olmuştu. Maddî mânevî her türlü esbâb-ı istirâhati yerinde olan bu nankör cemâat, pek çok Müslüman kanı dökmüştü. Buna rağmen, harekâtın ip uçlarını elinde tutan Rus çarı, pâdişahtan hesap sormak küstahlığında bulunarak vak’a esnâsında İstanbul’da ölen Ermenilerin ne kadar olduğunu sordu.
Bu vak’adan evvel Said Paşa sadâretten düşerek, yerine Kâmil Paşa geçmişti. Sultan Hamid hey’et-i vekîle’ye: “Bu suâle siz cevap yazın!” demiş.
Hey’et-i vekîle (Hükûmet) düşünmüş taşınmış, her ne yazsak ne pâdişah memnun olur, ne de Çar… Hele bizim vereceğimiz mâlûmat, mesele çıkarmaya bahâne arayan süferânın(sefirlerin) hiç işine gelmez. Onun için pâdişahtan soralım, demişler.
Bunun üzerine Sultan: “İzzet’i çağırın!” demiş. Gittim. Bana: “Al kalemi kâğıdı, ben söyleyeyim sen yaz” dedi. Cevap şöyle oldu: “ Bu defa İstanbul’da ölen Ermenilerin adedi, bir müddet evvel Zeytun’da ayaklanan Ermenilerin öldürdükleri Türkler’den çok daha azdır.”
(*)Sâmiha AYVERDİ–Bağ Bozumu
3 1914-1918 sonuna kadar Sûriye, Irak, Hicaz gibi bugün müstakil olan devletler Osmanlı İmparatorluğu hudutları içinde idi.