Ortaçağ İslâm müellifleri/yazarları, Türklerin âdet ve an’anelerine dâir bize pek az bilgi verirler.
Yalnız Türkler’in yağmur, kar ve dolu yağdırmaya müteallik âdetleri, İslâm ilim ve edebiyat âleminde geniş bir alâka uyandırmış olması îtibâriyle bir istisnâ/ayrıcalık teşkil ediyor.
On yedinci Yüzyıldan On sekizinci Yüzyıla kadar olan bir asır zaman içinde telif olunan coğrafî ve târihî eserlerde, seyahatnâmelerde, lügat kitaplarında ve şâirlerin manzumelerinde/şiirlerinde Türkler’in bu meşhur âdetlerinden bahsolunmakta ve tafsîlâtlı haberler verilmektedir.
Sözlerine îtimad olunan bâzı âlim müellifler, Türkler’deki yağmur ve kar yağdırma hâdisesini bizzat gözleri ile görmüş olduklarını söylüyorlar.
Lâkin gariptir ki, böyle bir şeyin aslâ mümkün olamayacağını red/kabul etmeme ve cerh/bir iddiâyı çürütme eden bir ifâdeye henüz hiçbir eserde rast gelinmemiştir.
İslâm müelliflerine göre, Türkler’in yağmur ve kar yağdırmalarında başlıca rolü bir taş oynamaktadır.
Türkler arasında “Yat taşı” denilen bu taşa İranlılar “Sengi” ya da “Yeşim” ve Araplar “Hacer’ül-matar” yâni “Yağmurtaşı” tesmiye/isimlendirme ediyorlardı.
Bu taşın mahiyeti hakkında müellifler muhtelif rivâyetler nakletmişlerdir ki, bunlardan aşağıda bahsolunacaktır.
Onuncu Asırda Türk memleketlerini gezdiğini iddiâ eden Arap müellifi Ebû Dülef Mis’ar ibni Mühelhel, İrtiş boylarında oturan Kimek -yâhut Yemek- nam/isimli/ büyük Türk kavminden bahsederken, onların her istedikleri vakit yağmuru celbeden/getirten, çağırtan bir taşları olduğunu söylüyor.
Bu Hâdiseyi gözüyle gördüğünü bildiren ilk müellif, büyük Türk âlimi Kaşgarlı Mahmut’tur.
Kaşgarlı Mahmut da 11. Asrın ikinci yarısında yazmış olduğu Dîvân-ı Lügâtü’t-Türk adlı kıymetli eserinde, bu mesele ile alâkalı olan müşâhadesini/görüş, kanaat şöyle anlatmaktadır:
“Yat, bir nevi kâhinliktir. Husûsî taşlarla yapılır.
Bu şekilde yağmur ve kar yağdırılır, rüzgâr estirilir. Bu usûl, Türkler arasında tanınmış bir şeydir.
Ben bunu Yağma (Türkler’den bir kabile) ülkesinde gördüm. Orada bir yangın çıkmıştı; mevsim Yaz’dı, bu sûretle yağmur yağdırıldı ve Ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü.”
Kaşgarlı Mahmud’un bu sözlerinden anlaşılıyor ki Yat, yağmur ve kar yağdırılma ameliyesine denilmektedir. Gene aynı müellif, bunu yapanlara “Yatçı” tesmiye edildiğini eserinin başka bir yerinde kaydetmektedir.
Aynı asrın ortalarında yazılmış olan Gerdizî’nin Zeyn’ül Ahbâr’ında Yat Taşı’nın menşe’ine dâir şöyle bir rivâyet nakledilmektedir:
“Peygamber Nuh Aleyhisselâm, cihânı dört oğlu arasında taksim ettiği zaman, Türkler’in atası olan Yâfes’e de Şark diyarlarını vermişti. Nuh Peygamber, Tanrı’ya, oğlu Yâfes’e istediği zaman yağmur yağdırabilmesini mümkün kılacak bir duâ öğretmesini niyâz ediyor.
Cenâb-ı Hak, sevgili peygamberinin duâsını müstecap/kabul/ kılarak Yâfes’e bir duâ öğretiyor. Yâfes, duâyı unutmamak için bir taşa yazıyor ve bunu muska gibi boynuna asıyor.
Türkistan’a gelen Yâfes, bu taşla istediği zaman yağmur yağdırıyor ve suları taşırıyordu.
Yâfes öldükten sonra taş, Türkiye Türkleri’nin atası olan Oğuzlar’a intikal ediyor. Lâkin diğer Türk kavimleri de Yâfes’in evlâdı oldukları için taş üzerinde hak iddia ediyorlardı.
Bunun üzerine Oğuzlar, diğer Türk kavimlerinin bu meseleyi hâl için yaptıkları teklifi kabul ederek kur’a çekiyorlar. Kur’a, Türk kavimlerinden birisi olan Karluklar’a çıkmış ve taş onlara verilmişti.
Bir müddet sonra Karluklar yağmur yağdırmak istediler.
Lâkin bu maksadla yapılan ameliye/işlem/ müsbet bir netîce vermemiş ve gökten bir damla yağmur yağmamıştı. Böylece taşın sahte olduğu anlaşıldı. Filhakîka Oğuzlar asıl taşı saklayarak, Karluklar’a ona benzeyen başka bir taş vermişlerdi.
Meselenin anlaşılması üzerine Türk kavimleri arasında uzun ve kanlı bir savaş başlamıştır.”
Bu rivâyeti nakleden Gerdizî ve ondan sonra yaşamış başka bir müellif, kendi zamanlarında Oğuzlar’la diğer Türk kavimleri arasında mevcud olan husumet ve münâferetin/düşmanlık, bu Yağmur taşı’ndan çıkan ihtilâfın bir devâmı olduğunu söylerler.
Türkler’in yağmur yağdırdıklarını gözleriyle gördüğünü
haber veren diğer bir müellif de Celâleddîn-i Harzemşah’ın mâceralarla dolu hayâtını, Moğol kasırgasının İslâm ülkelerinde yaratığı fâciaları gâyet canlı bir sûrette tasvir eden Nesa’lı Muhammed’dir.
1228 senesinde Moğollar’ın önünden kaçan Sultan Celâleddin, Doğu Anadolu’daki Eleşkirt kasabasına gelmişti. Burada kendisini istikbâl eden –karşılayan- halk, yağmursuzluktan şikâyet ettiler.
Nesa’lı Muhammed diyor ki:
“Bunun üzerine, taşlarla yağmur yağdırılmaya karar verildi. Biz buna inanmıyorduk. Sonra bunun birçok tecrübelerle hakikat olduğu anlaşıldı. Merâsimi bizzat Sultan yâni Celâleddin idâre etti.
Derhâl gök kararmaya ve yağmur yağmaya başladı, gece ve gündüz devam etti. O kadar çok yağmur yağmıştı ki, çamurdan ve bataktan, Sultan’ın otağına gidilemez olmuştu.”
On üçüncü Asra âit eserlerde bu konuya dâir şöyle bir hâdise anlatılmaktadır;
“892-907 senelerinde Mâverâünnehir(Batı Türkistan) Hükümdârı olan Sâmânîler’den İsmâil İbn-i Nâsır, Müslümanlardan haraç alan kâfir Türklere karşı bir sefer açmıştı. Kendisine, Türkler’in muhârebe günü taşları suya atarak yağmur ve dolu yağdıracaklarını haber verdiler.
Samânî Hükümdarı,
“Bunun aslı olmaz. Cenâb-ı Hakk’tan başka kimse yağmur yağdırmaya kadir değildir, diyerek bu habere ehemmiyet vermemişti.
Muhârebe vuku bulacağı sırada Samânî ordusunun yanında bulunan dağın arkasından kesif -yoğun- bulutların yükseldiği görülmüş ve bunu müteakip işitilen şiddetli gök gürültüleri, Müslümanları dehşet içinde bırakmıştı.
Bu vaziyet karşısında Samânî Hükümdârı derhal atından inerek yerlere kapanmış ve gözyaşları içinde Müslümanları bu müthiş belâdan kurtarması için Allah’a yalvarmıştır.
Sonra bulut, istikametini değiştirerek Türkler’in tarafına gitmiş ve rastladığı insan ve hayvanı helâk eden bir dolu yağmaya başlamıştır.”