Perşembe, Nisan 18, 2024
Ana SayfaAbide Şahsiyetler-2Hazret-i MevlânâHz.Mevlânâ’nın Ölüm Anlayışı ve Ölüme Bakışı

Hz.Mevlânâ’nın Ölüm Anlayışı ve Ölüme Bakışı

Aslında Hz.Mevlânâ’nın ölüm anlayışı ve ölüme bakışı, genel bir tasavvufî anlayıştır.

Yâni bütün tasavvuf büyükleri, ölümü, Mutlak ve Ölümsüz Varlığa kavuşma… Aslımıza – özümüze dönüşten ibârettir.

Başta Mesnevî olmak üzere Hazret-i Mevlânâ’nın bütün eserlerinde, ölümsüzlüğün yolunun ölümden geçtiği ısrarla belirtilir. Bu ölümsüzlük; aşkın mazharı olan “İnsan-ı Kâmil’’in bütün varlığında hissettiği tevhîdin sırrında yatmaktadır. Ve ölüm, ebediyetin kapısı veya ölümsüzlüğe erişmenin bir geçidi, merhalesidir.

Tasavvuf erbâbına göre ölüm, ’’İrâdî‘’ ve ‘’Tabiî’’ olmak üzere iki türlüdür.

İrâdî ölüm’le kastedilen şudur: tasavvufî terbiye metodlarıyla, yâni seyr-i sülûkün îcaplarıyla, riyâzetle rûhun arındırılarak nefsin tasallutundan kurtulmasını sağlamaktır. Bu husus, Hz.Peygamber’in: ‘’Ölmeden önce ölünüz’’ hadîsinin kâmil mürşitler dilinden söylenişidir.

Hz.Mevlânâ, irâdî ölümle ilgili olarak çeşitli eserlerinde şöyle buyurur:

“Riyâzetle bedenin ölmesi, diriliktir. Şu bedene zahmet vermek, rûhu ölümsüzlüğe ulaştırmaktır.

“Ne mutlu o kimseye ki ölmeden once öldü. Yâni bu bağın, bu üzümün aslından bir koku aldı.

“Eğer beden ölürse; ona baş üstünde yer verirler, onu baş üstünde götürürler. Eğer diri olursa onu çekemezler, başına ayağına kastederler.


Hazret-i Mevlânâ, Cenâb-ı Hakk’ın kullarından murâdının irâdî ölümle ölmek olduğunu belirterek, Allah’ın:

“..Canına, başına and olsun ki, sen ölmedikçe, benlikten kurtulmadıkça kendimi sana vermem…” buyurduğunu vurgular ve O’na kavuşmak için âdetâ yalvarır ve der ki:

‘’Ben aşk derdinden öldüm, bir an için bana nefes et, üfür. Üfür de o mübârek nefesle, ben ölümsüz bir hayâta kavuşayım.’’

Ve Hazret-i Pîr, irâdî ölümün, tabiî ölümün korkulan yüzünü sevimli hâle getireceğini belirterek şunları söyler:

‘’Ölümde adâlet ve din ehline bir başka hayat vardır. Ölümden, temiz ruhlara huzur ve sükûn gelir. Ölüm, Hakk’a kavuşmadır, cefâ etmek, kin gütmek değildir. Fakat ölmeyen kimse, ’’öleceğim’’ diye sürekli ölür, durur. En büyük derdi de budur.’’

“Eğer senin uğrunda can verirsem sevinerek ölürüm. Senin kölenin kölesi olurum, neş’e ile can veririm…


Hazret-i Mevlânâ, tabiî ölümü ise; ten kafesine mahkûm edilmiş, Allah’dan bir parça olan yâni “nefha-i ilâhî” olan rûhun tekrar aslına dönmesini, âşık’la mâşukun kavuşması olarak vasıflandırıp, şöyle buyurur:

“Ben ölürsem, sakın bana “öldü” demeyin. Aslında ben ölü idim, dirildim. Beni dost aldı götürdü.

“Hayat denizinden geçip giden bir gemideki kişi, karşı kıyıdaki kamışlığın yürüyüp geçtiğini sanır. Tıpkı bunun gibi, dünyâdan göçüp gidiyoruz da, sanıyoruz ki bu dünyâ gidiyor.’’

“…Ecel günü, aşkı bırakıp da korkudan can derdine düşen, cana bakan gözden bıkmışım, usanmışım.”

‘’Ecel gelince, can bedenden uçar. Eski kıyâfet gibi bedeni sırtından çıkarıp atar. Böylece topraktan yaratılan teni gene toprağa geri verir de, kendi eski nûrundan bir ten yapar ve ona bürünür.’’

‘’Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse, bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.

“Dünyâ aslanı, av ve rızk arar, Allah aslanı hürlük ve ölüm!

Çünkü ölümde yüzlerce hayat görür de varlığını pervâne gibi yakıp yandırır. Ölüm isteği, doğru kişilerin boyunlarına bir halkadır.

Rûhun, hürriyetini kazanma aşkından doğan bu ölüm sevgisi, Hazret-i Mevlânâ’nın ölüm karşısındaki tavrını belirlememize yarayan önemli bir ipucudur. O’nun ve onun benzerlerinin ölüm sevgisi, ideal bir iştiyaktan başka bir şey değildir.

Bu iştiyâkını da süt emen çocuğun süte, hazîne bekçisinin hazîneye duyduğu iştiyâka benzeterek, şöyle der:

“Süt emen çocuk sütü nasıl isterse, sen de ölümü öyle istersin. Seni tutsak eden bir hastalık bir dert yüzünden değil.

Ve O’na göre ölüm, insanın iç dünyâsının bir aynasıdır. Ölümden korkanlar, kendi iç yüzlerinin çirkinliklerinden, kötü işlerinin nefislerinde bıraktığı izlerden korkmaktadırlar:

‘’Ey ölümden korkup kaçan can, işin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen ölümden korkmuyorsun. Çünkü ölüm aynasında ürküp korktuğun, ölümün çehresi değil, senin çirkin yüzündür.

Senin rûhun bir ağaca benzer, ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir. O yaprak iyi ise de kötü ise de senden bitmiştir. Nasıl ki hoş olsun hoş olmasın senin gönlüne gelen, her hayâl, her düşünce senden, senin kendi varlığından gelmişse…’’


Bir Hadîs-i Şerîf’de: ‘’Uyku, ölümün kardeşidir’’ buyruluyor ya… Hazret-i Mevlânâ da bu hadisten hareketle şunları buyurur:

‘’Uykumuz, ölümün kardeşidir. Bu kardeşi gör, o kardeşi anla!’’

‘’Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki şâhittir.’’


Aslında, Hazret-i Mevlânâ, dünyâyı da bir rüyâ olarak görmektedir; dünyâyı, uyuyan kişinin düş görmesine benzetir. Ne zaman ki ölüm gelip çatar, işte o zaman bu zannından kurtulur ve yerini yurdunu görünce gamlandığına, tasalandığına güler.

Hz.Pîr’e göre ölmek, aslında dirilmektir. Hayat, ölümledir; âb-ı hayat, karanlıklar içinde gizlenmiştir. Ölüm, ölüm değildir. Görünüşte ölümdür ama, gerçekte, bir evden bir başka eve göçüştür.

Hazret-i Mevlânâ ölümü, rûhun aslına dönüşü, ’’kavuşma’’ ve ‘’vuslat’’ terimleriyle ifâde etmektedir. Bu, sevenle sevilenin, âşıkla mâşukun kavuşmasıdır. Hak âşıklarının hayâtı, ölümdedir. Bu konuda, Hallâc-ı Mansur’la aynı fikirdedir. Dîvân-ı Kebîr’inde, bunu şöyle dile getirir:

“Ey fedâkâr dostlar! Beni öldürün, çünkü benim hayâtım ölümümdedir.

Benim ölümüm, yaşamaktır, hayâtım ölmektir.

Ölümsüzlüğe erişmenin, aslımıza rücû etmenin ve mâşukla buluşmanın herkese nasip olmayacağını, bunu ancak nefsini tezkiye edenlerin, rûhî tekâmülünü tamamlayanların başarabileceğini savunur. Bunu başarmanın yolu da ‘’Aşk’’ı bulmaktan geçer. Şöyle buyurur:

“Aşksız yaşama ki, ölmeyesin. Aşk yolunda can ver ki, sonsuz bir hayâta kavuşasın.

‘’Gerçeklerden haberdar olarak ölen Hakk âşıkları, sevgilinin huzûrunda şeker gibi erirler. Ötelerden haberdar olanlar, Hak sevgisinde derlenip toparlananlar, şu insan kalabalığı gibi ölmezler… Aslında Hakk âşıklarından ölüm uzaktır. Onlar ne ölürler, ne de yok olurlar…’’

O’na göre hayat, bir ayrılık hikâyesinden ibârettir.


Mevlevîliğin temel esaslarından olan semâ, baştan sona ‘’irâdî ölüm’’ anlamında rumuzlarla yüklüdür. Buna göre Mevlevî; varlığından ve benliğinden sıyrılmış, irâdî ölümle ölmüş kişidir.

Başındaki külah (sikke-i şerîf), mezar taşıdır. Hırkası, kabridir. Sırtındaki beyaz entârisi (tennure) de kefenidir.

Ney, Sûr’dur.

Bir dâire şeklindeki semâhânenin sağ kavsi, görünen âlemdir(Şahâdet, Nâsut âlemi, Halk)’tır. Dâirenin sol kavsi, görünmeyen, mânâ âlemidir. (Gayb, Melekût, Emr âlemi).

Semâ esnâsında Devr-i Veledî’ye kalkış, ölümden sonra Sûr sesiyle dirilmeye… İhtiyârî ölümden, benlikten, bencillikten, mevhum ve izâfî varlıktan ölüp geçtikten sonra, mürşîdin nefesiyle, feyziyle gerçek varlıkla hayat bulmaya işârettir.

Semâdaki üç devir, üç Yakîn mertebesine… Bilmeye, görmeye ve olmaya işâret olduğu gibi, Mutlak Varlık’tan, cansızlar, bitkiler ve canlılar âlemine erişmeye de işârettir.

Semâhâne’nin, Hatt-ı İstivâ’nın başlangıcı sayılan noktası, yâni şeyh efendinin bulunduğu yer, Mutlak Varlık âlemi’ne…Tam karşıdaki nokta, insan mertebesine işârettir.

Böylece semâhânenin sağ kavsi, Mutlak Varlık’tan insana inişi…Sol kavsi, insandan Murtlak Varlık’a çıkışı, yâni sağ kavis maddî inişi… Sol kavis, mânevî çıkışı, olgunluığu, sülûku gösterir.

Semâ yaparken kol açan semâzenin sağ eli, duâ vaziyetinde göğe doğru açıktır. Sol eli ise aşağıya doğru sarkıktır. Bu, ‘’Hakk’dan alır, halka veririz. Hiçbir şeyi kendimize mâl etmeyiz. Biz, yokuz. Görünüşte var olan, vâsıtalık eden bir sûretten başka birşey değiliz’’ demektir.

Başka bir ifâdeyle; ‘’Göğe ağarız, yere yağarız. Âleme rahmetiz, sıfatlardan zâta varırız. Zâttan sıfatlar âlemine, zuhûr âlemine geliriz.

Âlemlere rahmet olan Hazret-i Muhammed’de yok olmuşuz biz’’ demektir.

Semâ esnâsında semâzen; İsm-i Celâl’i zikrederek, ‘’Nereye dönerseniz dönün, Allah’ın tecellîsine dönmüş olursunuz’’ meâlindeki âyeti murâkabe ve mülâhaza eder.

Semâzenin kollarını açmasıyla, elleri, âdetâ Arap alfabesindeki ‘’Lamelif’’e benzer bir ‘’Lâ’’ şekline girer. Gövdesi ise, bu Lâmelifin ortasına çekilmiş bir ‘’Elif’’tir. ‘’Lâ’’, ‘’İllâ’’ olur.

Lâ, nefyi, illâ ise isbâtı bildirir. Böylece Kelime-i Tevhîd, yâni ‘’Lâ İlâhe İllâllah’’ remzedilmiş olur ki bunun mânâsı; ‘’Benim kendi varlığım yok, gerçek varlık, Hakk’ındır’’ demektir.


“Derviş”, TELKÎN’i hayâtında yâni irâdî ölümünden sonraki dirilişte duymuş ve benimsemiş olduğu için, mevlevîlerde ve diğer tarîkatlerde telkin olmadığı gibi, TEZKİYE de yoktur.

Sezâi Küçük, Kültür Dergisi, Sayı 05,2006

Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!