Genç kız, zarfın üzerindeki yazıyı hemen tanıdı. Mektubu postacıdan alır almaz göğsüne bastırdı ve merdivenleri koşarak üst kata tırmandı.
Odasına girdiği zaman, kalbinin şiddetle çarptığını hissetti. Hâlbuki postacı mektubu uzatırken ne kadar da lâkayt ve duygusuz duruyordu.
Acabâ mektup açacağını nereye koymuştu? Ya makas?
En iyisi, zarfı yırtmaktı. Yırttı.
“Sevgilim!
Aşk mektuplarının müsveddesi olmazmış. Çok doğru! Çünkü sana yazdığım mektupların hiç birini iki defâ yazmadım, hiçbir yerini düzeltmedim ve bundan da anladım ki; sana tertemiz bir aşkla bağlıyım.
Aşk, ikiliğin girdiği hiçbir şeyi kabûl etmez!
Eğer bir mektup önce müsvedde, sonra da düzeltilmiş ve temize çekilmiş ise ortada ikilik var demektir. Bunun yâni ikiliğin söz konusu olduğu yerde de aşktan söz edilemez!
Sen buradan gideli beri, burası küçücük bir köy; tenhâ, terk edilmiş, metruk bir yer oldu. Bir zamanlar koca bir şehirdi. Caddeler, sokaklar insan selinden geçilmiyordu. Ama şimdi bütün sokaklar bomboş… Gene bana dokunanlar, çarpanlar oluyor fakat hiç birini hissetmiyorum. Çarptıkları için özür dileyenleri duysam bile duymuyorum. Bana dokunup çarpan sen olmadıktan sonra özrün ne mânâsı var? Seni göremeyeceğini bile bile seni arayan gözlerim, seni göremedikten sonra, kalabalıkların ne anlamı var?
Seni tanıyan, seni tanıdığını bildiğim birini gördüm dün. Selâm verdim, lâf attım, lâfa tuttum; oyaladım. Küçücük bir an gözbebeklerinde seni görür gibi oldum. Sonra güyâ sözü senden ötelere sürüp götürdü; havadan sudan bahsetmeye başladı. İsmin geçtiği anda onun gözbebeklerinde seyrettiğim seni, bu defâ havada suda temâşâya başladım. Zîrâ hem hava, hem su senden izler taşıyordu.
Ben onu böyle mestlikle dinler ve aslında seni seyredip dururken, cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Başkası olsa inanmaz ama, sen benim yalan söylemeyeceğimi bildiğinden, inanırsın; kibritin alevinde de seni gördüm ve nabzımın atışları hızlanıverdi.
Bak sevgilim! Söyleyenler ne doğru söylemiş; insan bünyesi dört unsurdan meydana gelmiş… Eğer böyle olmasaydı seni hem toprakta, hem havada, hem suda ve hem de ateşte nasıl görebilirdim?”
Kız, mektubu bitirir bitirmez kaleme kâğıda sarılıp, cevap yazmaya koyuldu:
(Mektubunu aldım. Beni ne kadar sevdiğini biliyorum ve işte bu yüzden, diyorum ki: bir Sâmirî’nin ineğe tapması gibi sûretime tapınıp durma!
Mektubundaki o sözlerin sâfiyetle, sarhoşlukla söylendiğini bilmesem daha da ağır konuşabilirdim. Beni tutan şey,”âşıkta edep yoktur; onun edebi aşkıdır” sözü.
Şaştığım ve sana yakıştıramadığım şu ki; hâlâ daha nasıl oluyor da beni dışarılarda arıyorsun? Sen de topraktan, sen de ateşten, havadan ve sudan ibâret değil misin ki beni, senin dışındaki gözbebeğinde, havada, suda ve kibrit alevinde görebiliyorsun?
Bu dört unsur seni sen yapan elementlerse, ben zâten sendeyim sevgilim.
Hani, balıklar düşünmüş düşünmüş ve adını çok duydukları “deryâ” diye bir şeyin ne ve nasıl olduğunu bir türlü bilememişler ya… Sonunda, çok yaşlı ve bilge bir balığa danışmışlar. O da:”Evet, demiş, öyle bir şeyi ben de duydum. Fakat nerede ve nasıl olduğunu hiç bilmiyorum.”
Sen de, içinde yaşadıkları hâlde, deryâyı uzaklarda arayan balıklar gibi beni nerelerde arıyorsun?)