Yalnızca iç yolculuklar yetmez kendini tanımaya.
Kendini bilmek o kadar kolay bir iş değil. İç yolculuklar beraberinde zorunlu olarak bir dış yolculuğu da gerektirir. Bir gezginden farkın, dış yolculuğun aslında iç yolculuğun için gerektiğini anlamanla başlar. Önemli olan hep yolda olmaktır. Yol bazen yolcuyu çağırır, yolcu yola çıkar. “Yâ nasip” diye.
Fotoğraf çekmek için gittiğimiz Ankara’nın yakın köylerinden bir belde…
Yaşlı bir kadın. Bankta onun yanında oturan bir kedi, varilin içinde üç tane büyük; boş kedi maması ambalajı. Köylerde artık yaşayanlar da azaldığı için kediler de aç.
Yaşlı kadınla sohbete dalıyoruz.
“Teyze bu kedilerin maması ne böyle kaç torba var burada?” diye soruyorum, “Üç torba diyor, üç torbayı bitirdi kediler”. Yanda bir kap mama, biraz su. “Mama torbalarını kim alıyor?” diyorum.
“Boş ver” diyor, susuyor. “Ben emanetçiyim, dağıtıcıyım. Kediler beni bilir. Yaradan da hayrı yapanı bilir. Böylece onların karnı doyar”.
”Sevaba giriyorsun” diyorum, “tövbe” diyor…
“Bu kadar şeyden sevap olur mu?” diyor.
Getiren de dağıtan da cennetlik, diye geçiriyorum içimden.
Yine Yol’un yolcuyu çağırdığı günlerden birinde, eski bir Anadolu kentine düştü yolum. Bir otel bulup birkaç saat dinlenip, kentin sokaklarında bu yol’un niye beni buraya çağırdığını aramak gerekiyordu.
Birkaç eski câminin çevrelediği, büyük bir çınar ağacının altında, namaz saatini bekleyen yaşlıların arasında geçen sohbete kulak vermekle çıkar mıydı acaba aradığım?
Yaşlılar arasında geçen sağlık, emeklilik parası, artan elektrik fiyatları sohbetinden sıkılıp yine bir tura daha çıktım.
Koca bir câminin karşısında bulunan tabelâsında “yardım derneği” yazan aşhane benzeri küçük bir dükkâna girdim.
Masanın arka tarafından oturan yaşlıca bir zat, “hoş geldiniz” diyerek karşıladı.
Dükkânın ortasında dizi dizi sefertasları, birkaç torba ekmek, iki koca tencerenin birinin içinde pilav, diğerinin içinde de et vardı. Bir tepsi içinde de tulumba tatlıları gerçekten iştah uyandırıyordu.
Duvarlardaki raflarda birkaç ayakkabı, birkaç düzine yün kısa kollu hırka, dört beş tane küçük el radyosu ve birkaç tane de Kur’an-ı Kerim vardı.
Yaşlı adam, benim altıma bir tabure verdi ve nereden geldiğimi sordu. Anlattım, emekli olduğumu, arada yollara düştüğümü, gezdiğimi söyledim.
Ne aradığımı sordu.
“Bilmiyorum dedim, ne aradığımı da bilmiyorum, bâzen karşıma çıkıyor öylesine, ama o zaman aradığımın o olduğunu da anlıyorum. Buraya getirenin, beni o olayı yaşamam gerektiğini anlıyorum” dedim.
Yaşlı adam kafasını salladı. Önceleri bu kafa sallamanın benim akıl sağlığım konusunda şüpheye düştüğünü sansam bile sonra yanıldığımı anladım.
“Karnın açsa yemek ye, et, pilav var, tatlı var al oradan plastik kaplar var bak onlara doldur ye afiyetle” dedi.
“Beni buraya getiren karnımın açlığı değil” dediğimde yaşlı adam başını salladı, “Nasibin neyse sende bu dükkândan onu alırsın o zaman” dedi.
Sonra bir eli ile bastonuna dayanarak yürüyen, bir elinde sefertası olan yaşlı adam girdi içeri.
Yaşlı adam, kepçe ile pilavını etini doldurdu. Biraz da tatlı koydu bir kaba ve eline verdi, “afiyet olsun” diye gönderdi. Sonra bir yaşlı adam daha, sonra bir yaşlı kadın daha, sonra bir küçük kız çocuğu ellerinde kaplar ile gelmeye başladılar.
Dükkandaki yaşlı adam, “gel bana yardım et, hepsine yetişemem gel sende hayra gir, belki sevaptan sayarlar yardımını”, deyiverdi. Bir elimde kepçe bende dükkâna bırakılan sefer taslarını doldurmaya başladım.
Dikkat ettiğim bir konu ise hiç kimse birbirine adı ile hitap etmiyordu. Tencereler bitmeye yüz tuttuğunda yaşlı adam tencerenin dibini iyice sıyırıyor ve tencere bitmesin, herkese yetsin diye gayret ediyordu.
Son kalan birkaç kepçeyi de dağıtıp, tencerenin dibinde kalan iki kaşık pilavı ve bir kaşık eti bir plastik kaba koydu.
Kendisine ayırdığını sandığım bu iki tabağı yesin istedim, “siz” dedim “yemediniz, acıkmış olmalısınız”. Yaşlı adam yüzüme öyle bir baktı ki o zaman çok büyük bir hatâ yaptığımı düşündüm, ama ne hatâ ettiğimi de bilmiyordum açıkçası.
Başka bir yaşlı kadın geldi, “yemek bitti mi?” dedi. “Bitti” dedi üzülerek. “Yarına erken gel. Sana bir hırka vereyim, bir de ayakkabı al şuradan” dedi. Üzüldüğü belliydi. Kadına dönüp tekrar, “anne bu kadar yol geldin karnın aç mı?” diye sordu.
Kadın “aç” deyince, bana dönüp,
“Annenin kabını al, yanda lokanta var, onlardan pilav ve tas kebabı al gel”, deyiverdi.
Dediğini yaptım, sıkıca kapattım sefertasını ve yaşlı kadına verdim. Yaşlı kadın sevindi, gülerek evinin yolunu tuttu…
Tuttu ama ben yine bir hatâ yapmıştım, ekmeği unutmuştum… Kalan ekmeğini de koşarak ardından yetiştirdik.
“Hayrın geçti şimdi dedi, sevaba girdin aç doyurdun”.
“Bana niye kızdınız demin?” diye sorduğumda, duvardaki eski bir yazıyı gösterdi,
“Bu nedir bilir misin evlat? Bilmem dedim.
“Burada el-emin yazar, Allah’ın doksan dokuz isminden birisidir. O isim bana hep nefsime sahip çıkmam gerektiğini hatırlatır. Biz, bize emanet edilen bir pirinç tanesini bile ağzımıza götüremeyiz. O bize helâl edilmemiştir.”
“Burası” dedim, “nereden kaynak buluyor?”.
“Boş ver” dedi. “Hayır yapan bilindiği anda gururlanmasın, alan da ona karşı kendisini borçlu hissetmesin diye adlar gizlidir. Ne vereni biliriz ne da alanı. Vereni mağrur, alanı mağdur hissettirecek şey hayır değildir.
Hayrı yapanı bir tek Ulu Yaradan bilecek, sol elin sağ elin yaptığı hayırdan haberi olmayacak ki, hayır sayılsın. Bizim bilmemize gerek yok.
Bâzılarımız yalnızca Ramazan ayını ve öncesini hayır yapılacak aylardan sayar, aslında biz bütün hayırların, bütün zekâtın ramazan ayı boyunca değil de bütün bir yıla yayılması için uğraştık ve sonunda başardık.
Gerçek bir Müslüman için en önemlisi malının kırkta birini zekâta vermesidir.
Acaba gerçekte öyle mi? Milyonları olanlar malının kırkta birini veriyorlar mı sence… Ya da komşusu aç iken tok uyuyan gerçek bir Müslüman olabilir mi?. Ülkede bütün Müslümanım diyenler mallarının kırkta birini zekât olarak verebilecek kadar cenabı Allaha yakın olsalar bu ülkede fakir kalır mı evlat.
Namaz, oruç, hac, kelimeyi şehadet tamam ya pekiyi zekat. Kurban kesip dağıtmanın bile bir edebi var. Eti üçe bölüp bir bölümünü kurban kesemeyen yoksullara dağıtacak, bir bölümü akraba, tanıdık ve komşularla paylaşacak, ondan sonra bir kısmını da ancak evde yiyebilirsin.
Ama gel gör ki günümüzde kesilen kurban dağıtılmadan buzluklara konulup depolanıyor.
Allah insana aldıkça değil de verdikçe mutlu olmayı öğretti mi, bunun geri dönüşü de olmaz, demin senin yemeğini aldığın yaşlı kadının kimsesi yok. Sen mutlu oldun mu? Bu dünyâda vicdânın rahat ise, cenneti de bulmuşsun demektir…”
Tam o anda yıllardan beri kafamı kurcalayan bir soru aklıma geliverdi. “Pekiyi bütün bu yaşamında yaptıkların iyilikler; cennet için mi yapılır?”.
Gülümsedi yaşlı adam, dudaklarını aşağı doğru sarkıtarak kafasını salladı. “Cenneti ve cehennemi aslında insan bu dünyâda da yaşar da, ne yaşadığının farkında olmaz. Cennete giden yol, namazdan, oruçtan da geçse aslında bir başka insanın kalbinden geçer.
Bir iyiliği bir hayrı yaptığında sana cennetliksin dediklerinde bir dur düşün.
İşin içine benlik girmiştir. Gelecek kaygısı girmiştir. Bunu bilen insan bu kadar şeyle cennetlik olunmaz, nerede bizde o alın yazısı diye kendini eleştirmelidir.
Cennete giden yolun bir başka insanın kalbinden geçtiğini anlaması gerekir. Bunu anladığın anda zaten vicdanın rahat gönlün huzurlu ise, sırtını yasladığın bir ağacın gölgesinde bile cennetini bulursun.” deyiverdi…
Ben bir kez daha bir cevabı daha bulmuştum…
“Kalk biz de karnımızı doyuralım, çorbamızı içelim” dedi, “Ama önce şu son kalan iki kaşık pilavla, bir tabak eti halledeyim” dedi.
Ayağa kalktı, birkaç parça eti çınar ağacının dibinde bekleyen kedilere tek tek yedirdi.
Sonra yaşlı adamı görünce hepsi birden uçarak çınar ağacının dibine gelen güvercinlere de elinde tuttuğu iki kaşık pilavı serpiştirdi.
“Yarabbi, kalanla kurdu, kuşu da doyurduk. Hayır yapanlardan Allah razı olsun, bu kardeşimle beni de hayra vesile olmamızı sağladığı için Allaha şükürler olsun” dedi.
Yaklaşık bir hafta kadar orada kaldım. Her sabah erkenden dükkâna gidip etrafı temizledikten sonra gelen ağır tencereleri taşıyıp, yemekleri dağıttık.
Yaşlı adam her gün iş bitince son kalan yemek tânelerini de kedilere ve kuşlara benim vermemi istedi.
Bütün iş bittikten sonra kendi karnımızı yandaki lokantada bir çorba ile doyuruyorduk.
Yolculuk günü gelip çattı. Sabah erkenden dükkâna gittim. Helâllik istedim.
Bana, “Ağzına bir kırıntı gitti mi ya da nefsine yenilip bir parça tatlı attın mı ağzına? diye sordu. “Gitmedi” dedim.
“Nefsine hâkim olanlardan ol hep, helalliğini verdim sende hakkını bana ve kurda kuşa helâl et” dedi.
Vedâlaştık, helâlleştik.
Dükkândan çıkıp istasyona doğru yürürken ayağımın dibinde kediler sürtünüyor, güvercinlerin hepsi başımda uçuşuyordu âdetâ, beni yolcu ediyorlardı.
İstasyonda simitle karnımı doyururken etrâfıma konan birkaç güvercine bir iki parça simit verdim. Birkaç susam tânesini de karıncalar taşıyordu. Bir küçük simit parçasını da onların yuvasının yanına bıraktım.
Küçük küçük simit parçaları ile kaç güvercinin kaç karıncanın doyduğunu gördüğümde, yaşlı adamın sözlerini hatırladım:
Allah insana aldıkça değil de verdikçe mutlu olmayı öğretti mi, bu yoldan geri dönmeyi istemezsin bile.
Demin senin yemeğini alıverdiğin yaşlı kadının kimsesi yok.
Karnı doydu gitti, sen mutlu oldun mu? Komşusu aç iken, kendi tok uyuyan gerçek bir insan olabilir mi sence?
Ülkede bütün Müslümanım diyenler mallarının kırkta birini zekât olarak verebilecek kadar Allah’a yakın olsalar, bu ülkede fakir kalır mı evlat?
Trende küçük bir çocuğun tişörtünde Yunus Emre’nin bir temsilî resmi ve altında da “Yaratılanı seveceksin, Yaradan’dan ötürü” yazıyordu. Çocuğa gülümsedim, o da gülümseyerek baktı yüzüme.
Bu yol da nasîbimizi vermişti.
Bir daha yol yolcuyu çağırana dek, aşk olsun.
Değerli okurlarım, geçen Kurban Bayramı’nda bir arkadaşım evine davet etmiş, kestiği kurbanın tamâmını buzluğuna doldurup, “bir yıllık etim hazır” deyince ben de ona “Hiç dağıtmadın mı?” diye sormuştum.
“Birazını komşuya verdim” dediğinde, “üçte birini yoksullara vermen gerekiyordu, diğer üçte birini eş dost akrabaya” dediğimde, “Kimse yoksul değil ağabey artık”, cevabını aldığımda, gerçekten üzüldüm.
Bu yol, yolcuyu çağırır yazılarımı bu yüzden paylaşmaya karar verdim. Zaman zaman da paylaşmaya devam edeceğim…
Sinan VARGI