…Gönül ister ki,
mekteplerimiz, ilkinden yüksek tahsilin sonuna kadar, derece derece gençlere öğrenme ve yetişme yolunda emniyetle yürümenin usulünü öğretsin; çalışıp muvaffak olmanın sırrını göstersin.
Mektep, bilgi imal eden bir fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin yalnız zekaları üzerinde kalmasın, iradeleri üzerinde de dursun ve onların ruhî terbiyelerini yapsın.
Çünkü insanın kıymet ve kuvveti, bilgisinin genişliğinde olmaktan çok,
benliğine sahip ve iradesine hakim olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhî terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise, ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup ezberlemekle elde edilmez.
Bununla beraber, herkes biliyor ki, haddini aşan sınıf mevcudu ile dolup taşan mekteplerimizin hiç meşgul olmadığı işlerden biri budur.
İşte bu boşluğu göz önünde tutarak ve bir taraftan okuduklarımdan,
bir taraftan da uzunca süren bir talebelik ve hocalık hayatımın tecrübelerinden istifade ederek gençlere muvaffak olmanın sırrına ve çalışmanın usulüne dair bir fikir vermek isteyeceğim.
Biliyorum ki, bir gencin beklediği ve bir gençten beklenen de muvaffak olmaktır. Yani mektep sıralarında ise iyi bir surette tahsilini bitirmek, hayata atılmış ise, cemiyet içinde umduğu ve layık olduğu yeri almaktır.
Genç arkadaşım!
İddiasızca söylüyorum ki, sana burada bu gayeye götürecek en doğru ve emniyetli yolu göstereceğim. Gerçi muvaffak olmak, mesut olmak demek değildir.
İnsan muvaffak olur, cemiyet içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır da, mesut olmayabilir. Servetin, iktidar ve şöhretin son haddine varmış nice insan vardır ki, içi daima saadet dünyasının hasretiyle yanıp tutuşur.
Mükellef apartmanlarda,
göz kamaştırıcı bir konfor ve lüks içinde yaşayan insanlar görürsün ki, bunların hepsini bir günlük saadetle değiştirmeye hazırdırlar. Çünkü, saadet tamamiyle gönül işidir. Ve içimizdedir.
Onu kendi içimizden başka bir yerde sanıp aramak ve saadeti sırf servet, iktidar ve şöhrette görmek çölde serabı su zannetmektir.
Bununla beraber, saadetin yolu, muvaffakiyetin yolundan ayrı da değildir.
Ve saadet ülkesi, muvaffakiyet diyarının, biraz daha ilerisindedir.
Bu diyarı aşmadan saadete erişmek, imkansız değilse de, çok güçtür. Muvaffak olmuş bir insan için saadete kavuşmak ise kolaydır. Yalnız birazcık daha gayret işidir.
Yolcum! ben sana bu esercikte muvaffakiyet diyarının yolunu göstereceğim. Sen istersen, ondan ötesine, kendin gidebilir ve özlediğin saadeti bulabilirsin.
Feneryolu, Mayıs 1949
…
Birinci Dünya Harbi’nde,
dört buçuk sene, Kafkaslarda cepheden cepheye koştuktan ve bu felâketli harbin bütün sefalet ve ıstırabını çektikten sonra, nihayet İstanbul’da terhis edildim. Terhisimin ilk haftalarında müthiş bir avarelik ve kararsızlık içinde kaldım.
Ne yapmalı ve hayatta nasıl bir yol tutmalıydım? Yarım kalan tahsilime devam mı etmeliydim; yoksa terhis edilen birçok arkadaşlarım gibi, tahsilden vazgeçip iş hayatına mı atılmalıydım?
İçimi kemiren bu tereddüdü yenemiyor, bir türlü karar veremiyordum.
Görüp konuştuğum kimseler beni hep tahsil hayatından soğutuyor ve bir iş tutmaya teşvik ediyordu. Bir aralık, Sirkeci kahvelerinden birinde genç bir tüccar hemşehrime rastladım.
Mal almaya gelmiş. Bana ne yapacağımı ve ne iş tutacağımı sordu. Ben de kararsız olduğumu, fakat gönlümün tahsile dönmeye aktığını söyledim.
“Şaşarım aklına, okuyup da kütüphane faresi olacağına, benim gibi iş yap da para kazan” dedi.
Bilâhare hırsının kurbanı olup genç yaşında ölen bu tüccar hemşehrimin sözleri, zaten sallanan içimi, bütün bütün alt üst etti. Adeta şaşkına dönmüştüm.
Nihayet, ilmine ve kemâline derin bir hürmet beslediğim ve kendisinden feyz aldığım, Şevketi Efendi isminde eski müderrislerden (profesör) bir zat vardı.
Bu zatı ziyaret edip fikrini öğrenmeye karar verdim ve kendisini Çarşıkapı’daki evinde ziyaret ettim.
Hoşbeşten sonra, Hoca bana ne yapacağımı sordu. Ben de kendisine kararsızlığımı anlattım. Bana şunları söyledi: “Tereddüdü bırak ve tahsile devam et. İnsan ihtiyarlığına kadar ömrünün her çağında iş hayatına atılabilir ve az çok muvaffak olur.
Fakat okuyup öğrenmenin muayyen bir çağı vardır.
Sen bugün bu çağdasın. Bu çağı geçirirsen ona bir daha dönemezsin ve istidadini heder etmiş olursun. Okuyup öğren de, sonra istersen tüccar ol. Bunda bir zararın olmaz.”
Bu hikmet dolu sözler üzerine kararımı verdim ve pişman olmadım. Gariptir ki, merhum Şevketi Efendi Hocanın bu güzel nasihati, yalnız benim değil, benim gibi tereddüd karanlığı içinde bocalayan diğer birinin de yoluna ışık tutmuştur.
Gerçekten, benden biraz sonra, terhis olunup İstanbul’a gelen Kemal Galip Balkır ile buluştuk.
Çok aziz ve kıymetli bir insan olan bu arkadaşım da, tıpkı benim gibi şaşırmış kalmış, tahsil mi, iş hayatı mı tereddüdleri içinde bunalmıştı.
Kendisine, merhum hocanın nasihatnı anlattım ve kendi kararımı söyledim. Gözlerinin önündeki belirsizlik perdesi kalktı, yolu aydınlandı ve tahsil hayatına döndü.
Kendisi halen Türkiye’mizin varlığı ile iftihar edeceği yüksek bir hukuk adamıdır.
Ve bu sıfatla Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi İdare Hukuku Profesörü ve Devlet Şurası Başkanı’nın sözcüsüdür. Allah; Şevketi Efendi merhumu nur içinde yatırsın.