Türk gençleri ve Ekrem Hakkı Ayverdi
“Türk gençleri, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin hazırladığı bu sekiz ciltlik âbideyi okuyunca, dünyânın en büyük târih ve milletine mensup olmanın huzur ve saadetini tadacaklardır.” Ahmet Kabaklı, Tercüman, 3 Mayıs 1982
Muslim World mecmûasının mümtaz kârilerine bu etüdümle Garb âlemince pek az tanınan bir devir ve pek büyük bir şahıstan bahsedeceğim; İstanbul’un 1453, 29 Mayısı’nda fethinin beş yüzüncü senesi bu yıla tesâdüf etmektedir.
Gönül isterdi ki bu müsâhabe ancak böyle elle tutulur mühim bir hâdise vesîlesiyle olmasın da samîmî temas ve münâsebet şeklinde dâimî olsun.
Etüdümüzde evvelâ o devri ve kurûn-ı vustanın (Ortaçağ) kapanıp, son karnın (asrın) açılmasını tevlit eden rûhî, içtimâî ve siyâsî vak’a teselsülünü, mümkün mertebe kısa tutmak için, pek esaslılarını alarak, anlatıp fetih hâdisesini îzahtan sonra Fâtih Devri’nde siyâset, sanat ilim hareketlerini ve Hıristiyanlığın muhtelif mezheplerinin tâbi tutulduğu içtimâî şerâiti şerh edeceğim.
Bu meyanda Türklerin ana san’atı olan mîmarlığın o devirde ve alelûmum Osmanlı hükûmeti zamanındaki inkişâfı ve tuttuğu istikâmet hakkında şahsen yaptığım tetkîkâtı ve vardığım netîceleri, bâriz bir şekilde tebârüz ettireceğim. Makaleme resim ilâve edemediğime müteessirim; bu imkân hâsıl olsaydı, daha büyük bir vuzuh ve kat’iyetle anlatabilirdim.
Türkler Irak’a ve Anadolu cenûbuna dokuzuncu asrın ikinci nısfında (yarısında) gelmeye başlayarak Abbâsî halîfelerinin ordularında mühim mevkîler işgal etmişler ve Hârunürreşit Devri’nde Bizans hudutlarında tesis olunan ordugâhlar da sayıca mühim bir yekûn teşkil etmişlerdir.
Bizans’a karşı Arap istilâları nihâyet bulup, onuncu asırda, Makedonyalı imparatorlar zamanında, Bizanslılar tâ Halep’e kadar istirdat edince bu ücretli Türk askerlerinden birçoğu yerlerinde kalarak lisanlarını muhâfaza etmekle beraber, Ortodoks mezhebini kabul eylemişlerdir. Toros Dağlarının eteğinde Kayseri-Niğde hattı Arap ordugâhlarının uzun zaman durduğu hudut olduğundan Hıristiyan Türkler son zamanlara kadar ekseriyetle bu mıntıkada bulunuyordu.
Daha ehemmiyetli bir kitle Bağdat, Musul ve Kerkük civârında tavattun ederek İslâm dînini muhâfaza eylemişler ve koloni, Türkistan’dan mütemâdî sûrette gelen tâze unsurlarla beslenerek büyümüştür. Bu devamlı fakat kısmî muhâceret üç asır sürmüştür.
İkinci ve daha büyük dalga on birinci asrın ilk senelerinde başlayan Selçuk istilâsıyla Anadolu, Irak ve Sûriye’ye yayılmıştır. Bunlar, Azerbaycan, İran’ın büyük bir kısmı Sûriye’de büyük Selçuk İmparatorluğu’nu kurduktan sonra Bağdat’taki Abbâsî halifelerini de nüfuzları altına aldılar.
Bilâhare Anadolu Selçûkî İmparatorluğu ismini alacak olan ikinci kolları da 1071’de Malazgirt Meydan Muhârebesi’nde Bizans ordusunu perîşan edip İmparator Romanos Diyojinos’u esir etti ve bin kilometreden fazla katederek 1080 senelerinde Marmara sâhillerine yakın İznik şehrini işgal eyledi.
Bu işgal uzun sürmedi. 1099 senesindeki Birinci Ehli Sâlib’e karşı koyamayarak şehri tahliye ettiler ve Garbî Anadolu’nun bir kısmını kaybettiler.
Bununla beraber Konya pâyitaht olmak üzre imparatorluk Ehli Sâlib’in hücumlarına karşı durdu ve muhâfazayı mevcûdiyet etti. Ancak sanatları harp ve çapulculuktan ibâret büyük ve kalabalık ordunun Suriye’ye geçmesine ve Kudüs’ü işgal etmesine mâni olamadılar.
Anadolu fiilen Türkleşmeye devam etti
Fakat bu geçiş ancak bir koridor üzerinde olduğundan halk yine yerinde kaldı ve beş asırdan beri İslâm ve Hıristiyan Türk halkıyla meskûn Anadolu fiilen Türkleşmeye devam etti.
Bizans İmparatorluğu’nun şarkında bu va’kaların cereyânından birkaç yüz sene evvel yedinci ve sekizinci asırlarda hattâ IV ve V.’de Türk ırkından Hunlar, Kumanlar, Avarlar ve Peçenekler Tuna’yı ve Bulgaristan’ı geçip Bizans önlerine kadar gelmişler ve şehri muhâsara etmişlerdi. Muvaffak olamayınca, imparatorla anlaşıp Makedonya topraklarında yerleştiler ve Ortodoksluğu kabul eylediler.
Birinci Ehli Sâlib’ten ve müteakip iki seferden Bizans epeyce faydalanmıştı; lâkin Dördüncü Ehli Sâlib Bizans’ın sebebi felâketi oldu. 1204 senesine doğru Komnenlerin tahtı idâresinde olan Bizans baba-oğul arasında bir saltanat kavgasına sahne oldu.
1204’te sûretâ dost olarak kısmen karadan, kısmen denizden gelen Fransızlar, Flâmanlar ve Venediklilerden mürekkep Dördüncü Ehli Sâlib bu mücâdeleden istifâde ile, bir hîle ile zapt ediverdi.
Havsala almaz bir vahşetle kendilerinden daha müterakkî bir halkla meskûn olan bu zengin şehir tahrip ve ahâlinin malları yağma edildi; kiliselerden bir kısmı, saraylar, âbideler, umûmî binâlar yıkıldı; birçok kilise şövalye atlarına ahır vazîfesini gördü; husûsî ikâmetgâhlar serâpa tecâvüze uğradı; ahâli kitlelerle hicret etti.
Ne kadar tunç ve madenî sanat eserleri varsa, heykeller, âbideleri süsleyen kabartmalar sökülüp silâh yapmak üzere eritildi. Sanat eserlerinin kıymetini takdir eden Venedikliler hisselerine düşen heykelleri memleketlerine götürdüler.
Bu vahşete daha ziyâde Flâmen ve Flânderliler ve Fransızlar vâsıta oldularsa da asıl müşevvik Bizans ticâretinin rakîbi olan Venedik Cumhuriyeti ve Dojları olan Dandolo idi. Doksan yaşına yakın olan bu zâtın, evvelce kendisine işkence ile gözlerinin kör olmasına sebep olan Bizans’tan alacağı şahsî bir intikâmı da vardı.
Bizans’tan kaçan bir prens, Yuvanis Paleolog, İznik’te, Komnenler de Trabzon’da ayrı ayrı birer imparatorluk tesis ettiler. Lâtin İmparatorluğu nâmı altında 1204’ten 1261’e kadar Bizans’ı ellerinde tutan Lâtinler yavaş yavaş zayıflayınca Paleologlar şehri alarak Bizans İmparatorluğu’nu ihyâ ettiler; lâkin şehir ve hükûmet bir daha kendine gelemedi ve Katoliklerin tesirlerine karşı duramadı.
O târihten sonra şehrin ticâreti Ceneviz ve Venediklilerin elinde kaldı. Trabzon İmparatorluğu müstakil bir şekilde on beşinci asır ortalarına kadar yaşadı.
Bu sıralarda Şarkta Selçuk Devleti, Ehli Sâlib sellerinden başka, XIII. asır iptidâlarında Azerbaycan’da teessüs eden Moğol Cengiz Devleti’nin tazyikine uğramakta idi; birçok dâhilî ihtilâller ve saltanat kavgaları ile berâber bu yeni kuvvet hükûmetin zaafına sebep olarak nihâyet 1299 senesinde inkırâzına sebep olmuştur.
Selçuk Devleti’nin enkâzı üzerinde ondan fazla küçük Türk hükûmeti kuruldu; bunlardan biri de Selçuk sultanları tarafından Bizans’a en yakın yerde teessüsü kabul edilen küçük Osmanlı Beyliği idi. Bu küçük Beylik pek seri bir inkişâfa mazhar olarak teessüsünden 25 sene sonra İznik ve Bursa şehrini alarak Marmara sâhillerine dayandı; Bizans yeni doğan bu kuvvetin ehemmiyetini takdir ile ittifâkını kazanmak istiyordu.
İmparator VI. Yuvanis Kantakuzen, ikinci Osmanlı hükümdârı Orhan Gâzî’ye kızını verdi. Teodora ismindeki bu kadın Türk-Bizans münâsebetlerinde mühim bir bağ teşkil ediyordu. Büyük yortularda şehre gider ve ibâdet eder, annesini babasını görürdü.
Osmanlıların teessüsünden hemen yarım asır sonra, Yuvanis Kantakuzen’in yardım için dâveti üzerine 1352’de Avrupa kıt’asına geçtiler; fakat, mukarrer tazmînâtın verilmemesi üzerine, evvelâ Gelibolu’da yerleşip 1361’de Edirne’yi aldılar ve kendilerine pâyitaht yaptılar.
Türklerin saf ve dürüst halleri
Bütün Balkanlar’ın, Trakya, Makedonya, Bulgaristan ve Tesalya’nın havsala almaz bir sür’atle Osmanlılar tarafından işgâli, dokuz-on asırdır o topraklarda yerleşmiş ve mecbûrî bir şekilde Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Türklerin saf ve dürüst halleriyle adâlet ve nizam getiren ırktaşlarına kucak açmalarıyla mümkün olabilmiştir.
Rum, Bulgar ve Sırp ırkından olanlar da bâriz bir husûmet göstermedi, onlar da başlarındaki idârecilerden bîzar olmuşlardı. Türk unsuru büyük kitlenin dini olan Müslümanlığı kabul etmekte de tereddüt etmedi; bu sûretle Cenâbı Hakk’ın takdîriyle Bizans’a en yakın hudutlara yerleşerek yine ezelî irâde ile târihte büyük rol oynamaya memur edilen küçük Osmanlı Beyliği otuz senede öz ülkesinden birkaç defâ daha büyük bir kıt’aya sâhip oldu.
Bizanslılar kendi elleriyle Rumeli’ye geçirdikleri bu genç ve dinç kuvvetin karşılarına dikilmesinden ürkmeğe başlamışlardı. V. Yuvanis, cebren şerîki olan VI. Yuvanis Kantakuzen’den tahtını kurtardıktan sonra, Garp âleminden yardımını temin etmek üzere 1371 senesinde Roma’ya gitti ve Katolikliği kabul ettiyse de, yeni dindaşları borcundan dolayı onu hapsetmekten bile çekinmediler; anlaşma suya düştü.
Bundan sonra Bizans’ı Türklerin elinde ve bir tâbi hâlinde görmekteyiz; pâdişahlar imparatorun tahta çıkmasına, komşularıyla münâsebetlerine, hattâ surları tâmir etmesine müdâhale ediyor ve her sene Bizans’tan vergi alıyorlardı; V. Yuvanis ile oğulları arasındaki ihtilâfta bunlar 1360’ta tahta çıkan I. Murad’a ilticâ ettiler.
Bizans, şehrin içinde ve hemen karşısındaki Galata’daki mümtaz sitelerinde yerleşen Venedikli, Pizalı, Ankonalı ve bilhassa Cenevizlilerin elinde hâlâ mühim bir ticâretgâh idi. Karadeniz, Hindistan, İran, Rumeli ve Adaların mahsullerine entrepo vazîfesini görüyorsa da, ehli menfaat imtiyazlı ecnebîlerin elinde kalıyor ve bu budanmış imparatorluk hazînesi fakr ü zarûret içinde yüzüyordu.
1389’da I. Murad’ın I. Kosova Muhârebesi’nde şehit olması üzerine, yerine geçen oğlu Yıldırım Bâyezid, Sırbistan’ı kendine tâbi kılıp Konya’ya kadar Garbî Anadolu’yu da zapt ederek her iki kıt’ada devletin toprak tamâmiyetini temin etti; Anadolu muhârebelerine V. Yuvanis’in saltanat şerîki Manuel de 12 bin Bizanslı askerle yardımcı olarak iştirak etti.
Lâkin babasının vefâtı üzerine, müsaade almadan çekilip Bizans tahtına oturmasından kuşkulanan Yıldırım onu affetmedi ve vezîri vâsıtasıyla şehri karadan yedi ay süren muhâsara altına aldı.
Manuel Avrupa’ya baş vurarak Macarlar, Venedikliler, Fransızlar, Çek ve Almanlardan mürekkep Ehli Sâlib ordusunu Balkanlar’a saldırtınca muhâsarayı kaldırmağa mecbur oldu; müttefik ordusu Varna’da müthiş bir hezîmete uğradı. Bu Türklerin birinci muhâsarasıdır (1396).
Varna Zaferi’nden sonra Yıldırım, Boğaziçi’nde hâlâ mevcut olan Anadolu Hisarı’nı yaptırdı ve Bizans’a tâbi Mora’yı istilâ etti ve Bizans’ı uzaktan ablukaya aldı. 1401 senesinde de ikinci muhâsaraya başladı. Muhâsara deniz yolunun açık kalıp, Avrupa’dan muâvenet gelmesinden dolayı uzanıp gitmekle berâber Bizans’ta mukâvemet imkânları gittikçe azalıyordu.
Şehri bu sefer de Şarktan yaklaşan Timur istilâsı kurtardı. Büyük fakat mâcerâperest bir muhârip olan Timur, Yıldırım’ı 1402 senesinde Ankara Meydan Muhârebesi’nde mağlûp ve esir etti. Pâdişâhın dört oğlu saltanat için mücâdeleye başladılar; Bizans bu vaziyetten azâmî istifâde ederek kâh birine, kâh diğerine yardım etti.
Edirne’yi merkez yaparak Rumeli kıt’asına hâkim olan Şehzâde Süleyman’la mücâdele eden Musa Çelebi’ye cephe almıştı. Musa Çelebi muzaffer olunca Bizans’ı üçüncü defâ muhâsaraya başladı (1412). Bu sefer imparator Anadolu tarafına hükmeden Mehmed Çelebi’ye yardım ile onu karşı geçirtti ve muhâsaradan kurtuldu (1413).
Nihâyet Osmanlı tahtına rakipsiz olarak kuud eden Sultan Mehmed’e karşı Timur’la berâber gittiği Semerkant’tan avdet eden beşinci şehzâde Mustafa ile anlaşıp isyan ettirdi ise de Mustafa Çelebi mağlûp oldu. Bu sırada V. Osmanlı hükümdârı Sultan Mehmed vefat edince yerine geçen oğlu İkinci Murad’a karşı amucasını tekrar ayaklandırdı fakat yine muvaffak olamadı; şehzâde mağlûp ve şehit oldu.
Bu kadar hiyâneti Sultan Murad’ın affetmeyeceği tabiî idi; 1422 Haziran’ında dördüncü mühim muhâsara başladı. İki ay sonra umûmî bir hücum yapıldı ise de şehir alınamadı, ikinci bir teşebbüse de Anadolu’da çıkan bir isyan meydan bırakmadı.
Bununla berâber Manuel’in yerine geçen VIII. Yuvanis elinde kalan mahdut toprakları da vererek her sene ağır bir vergi taahhüdüyle sulh yapmağa mecbur oldu.
Türk istilâsı Transilvanya’ya kadar dayanmıştı; Macarlar, Sırplar, Eflâkliler, Venedikliler ve Papa müttefikan II. Murad’a harp açtılar ve onu müşkül vaziyete sokup ortalama bir sulh yapmağa icbar ettiler. Anadolu’da da Karaman Devleti başkaldırmıştı.
Bu vaziyetten sıkılan II. Murad, on iki yaşındaki oğlu Mehmed’i (müstakbel Fâtih Sultan Mehmed) yerine bırakarak inzivâya çekildi. Müttefikler bir çocuğun hükümdar olmasından istifâde ile muâhedeyi yırtıp tekrar hücûma geçtiler; hükûmet erkânı Sultan Murad’ı ordunun başına çağırdı; o da İkinci Varna Muhâberesi’nde düşmanlarını müthiş bir mağlûbiyete uğrattı; akabinde Mora’yı da istilâ etti.
1448’de Macarları İkinci Kosova Muhârebesi’nde bir daha yenince Bizans’ın sıkıntılı anlarında imdâdına yetişebilecek Garb kuvveti ortadan kalkmış bulunuyordu. Yuvanis’in vefâtıyla 12 Mart 1449’da son Bizans İmparatoru XI. Kostantin Dragazes tahta geçti.
On beşinci asır ortasında Bizans’ın vaziyeti şöyle idi: Asya cihetinde, Bizans’ın hemen karşısındaki Boğaziçi sâhili Türklerin elinde bulunuyor, Avrupa cihetinde de Marmara sâhilinde Ereğli’den başlayıp Karadeniz sâhilinde Misivri’de nihâyetlenmek üzere şehirden 90-100 kilometre mesâfede nihâyetleniyordu.
Bu hattın gerisinde Silivri ve Bigados Burgazları (Bourg) vardı. Bir de Peleponez’e sığınmış ufak bir despotluk ile Girit ve Çanakkale Boğazı’na yakın adalardan birkaçı Bizans’a tâbi idi.
Şehrin yanı başında 500 metrelik bir Haliç’le (Corne d’or) ayrılan Galata’ya Cenevizliler XIII. asırda yerleşmişler ve Bizans’tan yavaş yavaş müsaadeler kopararak evvelâ açık olan kasabanın etrafına, üç safhada büyüttükleri pek kuvvetli bir sur çekmişler; bu imparatorluk içinde dâhilî idârelerinde ve ticâretlerinde tamâmen müstakil kalmaya ve ticâretlerini tevsi’e imkân bulmuşlardı.
Boğaz’ın yukarı kısmında şimdiki Anadolu Kavağı’nda da Hiyeron isminde bir kaleleri vardı; lâkin bu kalenin zaptından hiçbir memba bahsetmediğine göre, muhâsaradan epey evvel Türklerin eline geçmiş olması muhtemeldir.
Asıl şehir, şimal tarafı Haliç, şark tarafı Boğaziçi, cenubu Marmara Denizi olan bir yarımada üstüne kurulmuş olup, şarktan garba uzunluğu 5500, şimalden cenuba arzı en dar yeri 1600, en geniş yeri kara cephesinde 6700 metredir. Şehir bu hudûdunu üç defâda, beşinci asrın ilk nısfında (yarısında) bulmuştur.
Garb cihetinden maadası denize dayandığından yaklaşılıp hücum edilmesi gayrikâbil bulunuyor ve binâenaleyh yalnız bir katlı ve 12 metre irtifa ve vasatî 2,5 metre kalınlığında bir sur ve 15-18 metrelik burçlarla setredilmiş bulunuyordu. Kara tarafı bu vasıftan mahrum olduğundan kademelerle takviye edilmiş vasatî 4,80 kalınlığında, 14 metre yüksekliğinde bir esas geri hat, ondan 15-20 metre mesâfede daha ince bir sur ve bunun da 18 metre ilerisinde 6-8 metre derinliğinde, 25 metre genişliğinde bir hendekle, yâni üç sıra üzre tahkim edilmişti.
Surlar zelzelelerden harap oldukça mütemâdiyen tâmir edilirdi; bu surlar olmaksızın Bizans mevcut olamazdı. Duvarlarla çevrili bu 2200 hektarlık ve devrinde en büyük dünya beldesi olmakla mâruf bu şehir de, Lâtin istilâ ve tahrîbinden sonra ancak seksen bin kişi kalmıştı; ittifaka yakın bir ekseriyetle kabul edilen rakam budur.
Yukarıda söylediğimiz vechile, ticâret Ceneviz, Venedik ve sırasıyla Piza, Amalfililer ve Yahudiler elinde bulunuyordu; nüfus kesâfeti de ticâretgâh olan Haliç sâhillerine yayılmıştı. Daha XIV. asırda İstanbul’u ziyâret eden Arap seyyahları Ebulfeda, İbni Batuta şehrin orta yerinde çift sürülüp ekin ekildiğini ve metruk evler bulunduğunu yazmaktadırlar.
1403’te gelen Kastil sefîri Clavijio da şehrin boş, birçok vâdilerin ekilmiş, tarla halinde olup, köy evleri gibi barakaların yer tuttuğunu, en kesif nüfuslu yerlerin Haliç’te surla deniz arasındaki dar toprak şeridinde ikâmet ettiğini, antrepo ve ticâretgâhların da buralarda bulunduğunu yazmaktadır. Şehrin diğer semtleri terk edilmiş bir halde idi.
1419’da İstanbul’a gelen Buondelmonte, Marmara sâhilinin ve fenerlerinin harap ve Fâtih Câmii yerindeki Havariyun (Saint Apores) kilisesinin tamâmen yıkılmış olduğunu, açık sarnıçların bostan yapıldığını, 1433’te yâni fetihten tam yirmi sene evvel İstanbul’u ziyâret eden Bertrandon de la Broquere de şehrin mezru sâhalarla birbirinden ayrı düşmüş parçalara bölündüğünü bildirmektedirler.
İslâmların sekiz asır, kavi, dürüst, ne istediğini bilir Türk hükûmetinin dört yüz senedir almak için kendinde hak gördüğü kurunı vüstanın (Ortaçağ) büyük şehri son günlerinde bu halde idi. Karnî âhirde (Yakın Çağ) ise bir dünyâ tacı olmaya hazırlanıyordu.
İki abluka hariç olarak, elli sene zarfında dört esaslı muhâsara yapan Türklerin, artık kat’î teşebbüse geçeceklerini takdir etmeyen kalmamıştı; bu fikirde olanların başında da yeni İmparator Kostantin bulunuyordu. Şehir surlarının o zaman elde bulunan toplarla tahrip edilemeyecek kadar muhkem olduğu muhakkaktı; fakat hücumla duvarların üzerine çıkılmaya mâni olacak kuvvet ve silâh lâzımdı.
Bu ihtiyâcı takdir eden Konstantin, Avrupa’dan muâvenet istemek ıztırârında kaldı. Pek mecbur olmasa bu teşebbüsü yapmazdı; çünkü Papa’nın ve Avrupa’nın bu muâvenet için koştuğu en başlıca şart Ortodoks Kilisesi’nin lâğvı ve mensuplarının Katolikliği kabul etmesi idi; ayrıca birçok iktisâdî menfaatler isteniyor idi ise de halk bu mâlî fedâkârlığa razı, fakat vicdan ve ibâdet değiştirmeğe açıkça aleyhtar idi.
Patrik Genadios Seholarios çekilmiş ve vaazlarıyla büyük bir muhalefet propagandasına girişmişti; grand duc Notaras’ın darbımesel hükmüne girmiş, “Ayasofya’da, bir kardinal külâhı yerine, Türk sarığı görmeyi tercih ederim!” sözünü tekrarlıyordu. Bu ifâde ile, Türklerin dinlere hürmetini bildiğini ifâde etmekle berâber, sanki müstakbelde Ortodoksluğun kurtulma çaresini keşfetmişti, denilebilir.
Fakat her şeye rağmen mezbuhâne bir ümitle Papa’ya şartlarının kabul edildiğini imparator ve etrafındakiler bildirdiler. Bunun üzerine Kardinal İzidor iki yüz arfalitçi ile İstanbul’a gönderildi ve bundan böyle muâvenetinin devam edeceği ve galerler ve asker yollanacağı vâdolundu. Floransa’da imzâ olunan itilâf mûcibince, Ayasofya’da yapılan büyük bir âyin ile birleşme îlân olundu.
O andan itibâren büyük kiliseye gidilmez oldu; Bizanslı müverrih Dukas’ın dediği gibi “…o târihten sonra ahâli, Ayasofya’dan Yahudi sinagogu imiş gibi kaçmağa başladı.” Bu şiddetli muhâlefet üzerine keyfiyeti fiilen ehemmiyetini kaybetti ve yardım azaldı.
II. Murad’ın vefâtı üzerine Sultan Mehmed 26-27 Şubat 1451 günü tahta çıktı. Cülûsu tebrike gelenler meyânında bulunan Bizans heyetine iltifatlar edip Yıldırım Bâyezid’in Bizans’ta mahbus torunu şehzâde Orhan’ın muhâfazası için yine âidat verileceğini bildirdi.
Avrupa’nın kara cephesinde sulhu temin zımnında Macar ve Eflâk heyetlerini tatmin ile birer muâhede akdetti; Venedikliler ile daha evvel anlaşılmıştı. Bir delikanlının tahta çıkmasından ümitlenen Karaman beyinin yine baş kaldırması üzerine te’dîbine sür’atle kuvvet gönderildi; Karaman beyi hemen sulha tâlip oldu; Sultan Mehmet de, büyük gâyesinin tahakkukuna tâliken, anlaşmış göründü.
Karaman seferinden Bursa’ya avdette bir Bizans heyeti Fâtih’i buldu; Orhan Çelebi âidâtının geciktiğini, verilmezse şehzâdenin serbest bırakılacağını söyleyince pâdişah, mes’eleyi Edirne’ye avdetinde tetkik edeceğini, tatlı sözlerle, beyan etti; vakit kazanmağa ihtiyâcı vardı.
Çanakkale Boğazı, o zamanki Türk donanmasının zaafiyetinden bilistifâde Venedik ve Papa donanmaları tarafından kapatılmıştı; Fâtih İstanbul Boğazı’ndan Edirne’ye geçti. Bu hal Osmanlı ülkelerinin iki yakası arasındaki muvasalanın zayıf noktaları bulunduğunu bir defa daha gösteriyor, İstanbul’un alınması bir zarûret oluyordu.
Fâtih bir iki ay kazanmıştı ve memleketini bu şekilde ikiye ayrılmış görmekle duyduğu teessürle Edirne’ye avdet ettikten sonra Orhan Çelebi için artık hiçbir şey verilemeyeceğini söylemekte tereddüt etmedi.
O zamana kadar Türklere dost görünen Bizans her fırsatta Avrupa’yı aleyhe tahrikten geri durmuyordu. Venedik, Ceneviz, Papa hükûmetleri de zayıf Bizans yerine kavi Türk hükûmetinin geçmesini ticâretleri bakımından, istemediklerinden tabiî olarak müzâheret ediyorlardı; Sultan Mehmed’in babası Murad da İkinci Varna Muhârebesi’ne yetişmek için, o zaman Papa donanması tarafından kapatılan Çanakkale’den geçemeyerek pek çok zaman kaybetmişti; Fâtih bunları da unutamıyordu.
Bütün Karadeniz ticâretinin merkezi olan bir şehri almakla, elde edilecek büyük iktisâdî fâideler de buna ilâve olunuyordu. Velhasıl emniyet, refah, şeref, târih, her şey bu şehrin fethini îcap ettiriyordu.
Sultan Mehmed evvelâ Karadeniz Boğazı’nın emniyetini temin etmeyi lüzumlu gördü; oradan Bizans’a erzak gelmekte idi.
Bu gâye ile, İstanbul’a sekiz kilometre mesâfede Boğaz’ın en dar yerinde, evvelce Yıldırım Bâyezid tarafından yaptırılan kalenin tam karşısında, 1452 senesinin başlarında inşaat malzemesi ihzarına başlattırıp, ufak bir kule ile hâzırlığı himâye altına aldı ve 1452 Nisanı’ndan Ağustos ortalarına kadar, dört buçuk ay müddet içinde, hem askerlik, hem mîmârî ve hem de inşâdaki sür’at bakımından bir şaheser olan hâlâ Boğaziçi’nin ziyneti meşhur Rumeli Hisarı şatosu meydana geldi.
Karşıdaki kaleye, son îcatlara uygun top mazgalları ilâve edildiğinden, ikisi berâber boğazı ateş altına alabiliyorlardı. Dur emrine itaat etmeyen bir Venedik gemisi tek gülle ile denizin dibine inince bu tesisin kıymeti anlaşıldı.
Hisarın inşâsı, Fâtih’in İstanbul muhâsarasını ne kadar ciddî tuttuğunu gösteren en kuvvetli bir delildir. Târihte, esas vazifesi bu kadar sür’atle nihâyete eren, aynı ehemmiyette ikinci bir kale misâli yoktur; ancak on ay asıl hizmetini görüp fetihle berâber, vâsi Osmanlı ülkesi ortalarında ancak tâli işlerde kullanılmış ve son iki asırdır tamâmen terk edilmiştir; Fâtih bu kadar kısa zamanda muattal kalacağım bildiği bu muazzam tesisi fethin selâmeti noktayı nazarından, yapmakta bir an tereddüt etmemiştir.
İnşaatı Bizanslılar protesto ettiler; pâdişahtan “Bu benim toprağımdır!” cevâbını aldılar. Bizanslı çobanlarla Türk askerleri arasındaki bir münâzaa harbin zâhirî sebebi oldu. İmparator şehirdeki Türkleri çıkarıp kapıları ördürürken, Fâtih’e son sulh ricâsını yaptı ve harp takdirinde, kendisinin de şehri sonuna kadar müdâfaa edeceğini bildirdi.
Kalelerin inşaatı biter bitmez, Fâtih büyük kuvvetlerle kara surları önüne gelip muhasara plânırı yaptı ve 1 Eylül 1452’de Edirne’ye avdet etti.
Anadolu ve Avrupa cepheleri temin edilmişti; Mora’dan ve Arnavutluk’ta kalmış düşman kuvvetlerinden gelebilecek tehlikeleri önlemek üzere mühimce setir kuvvetleri gönderdi ve büyük toplarını döktürmeğe başladı.
Topları dökenler mühendis Saruca Paşa, Urban ve Mîmâr Muslihuddin’dir. O zamana kadar büyük toplarla nişan almak kâbil değildi; Fâtih bizzat îcat ettiği nişangâhlarla arayıp bulduğu balistik kâidelerle bu husûsu temin etti. Büyük toplar 60-65 santim kutrunda idi ve 12 kantar yâni 670 kiloluk taş mermi atıyordu.
Aynı zamanda dünyâda ilk defa olarak dik mahrekli havan topunu îcat etti ve bunu muhâsarada Haliç’teki gemilere karşı kullandı. Sultan Mehmed, bütün muhâsaraların, yalnız kara cihetinden yapılmasından dolayı, muvaffakiyet kazanamadığını gördüğünden, devletin o târihlerde denizcilikte zayıf olmasına rağmen, donanmayı hafif ve seri gemilerle takviye eyledi. Velhâsıl bütün kışı, durmadan, dinlenmeden, uyumadan hazırlıkla geçirdi.
Bizanslılar da bu müddet zarfında kalenin zayıf noktalarını tâmir ile hendekleri açtırmış ve cephâne ve erzak temin eylemiştir. Bir taraftan Alman prenslerine, Macar kral nâibi Jan Hünyad’a, Napoli kralına mürâcaat etti; fakat müspet cevap alamadı.
Yalnız Papalık, Venedik ve Ceneviz hükûmetleri, Bizans ticâretinde menfaattar olduklarından, yardım va’dettiler; iki Venedik kadırgası Karadeniz’den iki galer de Akdeniz’den erzak ve askerle geldi; bunu on gemi takip etti; nihâyet 1453 senesi başında Sakız kontu Cenevizli Justinien’i harp makinaları yüklü iki büyük galer ve 700 zırhlı askerle yardıma koştu ve imparator tarafından müdâfaa baş kumandanlığına tâyin olundu. Limana gelen ticâret gemileri tayfasının, para vaitleriyle, müdâfaaya iştirakleri temin olundu.
Büyük kumandanlara da, muhâsaradan kurtulunduğu takdirde adalarda ve diğer bâzı arâzide imtiyazlar gösterilecekti; Papalığın şartı Ortodoksluğun feshi ve mensuplarının kendisine tâbi olması idi; Genuadius Skolarius ise bu hâle şiddetle muhalefette berdevamdı. Bu keşmekeşten ümitsizliğe düşen 700 ecnebî sivil birkaç gemi ile şehirden kaçtılar.
Bizans kuvvetlerini şehrin seksen bin nüfûsundan toplanan askerle Mora ve Girit vilâyetlerinden gelenler teşkil ediyordu.
1390 senesinde Manuel’in, memleketin ihtiyâcından ayırdığı, on iki bin askerle Yıldırım Bâyezid’e muâvenet ettiği malûm olmasına ve o zamandan beri vaziyette mühim değişiklik bulunmasına nazaran yine bu kadar muharip askeri olduğuna hükmetmek lâzım gelirse de ihtiyat kaydıyla Bizans muhâriblerini sekiz veyâ on bin kabul ve buna üç bin ecnebi zırhlı askeri ve Kostantin’in mâbeyincisi Frantzes’in muhâsara başında defteri yapıldığını bildirdiği eli silâh tutan, beş bini Bizanslı ve iki bini ecnebî, yedi bin sivil de ilâve olunursa müdâfilerin 18-20 bin kişi olduğuna hükmetmek doğru olur.
Eli silâh tutmayan şehir ahâlisi de erzak ve su tevzii ve kale tâmiri hizmetlerinde kullanılacağı tabiî olduğu gibi, Galata Cenevizlileri de el altından muâvenetlerini artırıyorlardı.
Deniz kuvvetleri on altısı büyük galer olmak üzere otuz dokuz gemiden mürekkepti. Haliç’in ağzı da dubalara ve sâhilde kalelere bağlı gâyet kuvvetli bir zincirle kapatılmıştı.
Türk ordusu hakkında rivâyetler muhteliftir; ordudaki kalabalığın büyük bir kısmını esnaf ve dervişler teşkil ediyordu; asıl muhârip kıtalar 80 bin raddesinde olup, bunun yarısı yeniçeri ve diğer kapıkulu tayfası, diğer yarısı vilâyet askeri idi. 1500 de Sırp muavin kıtası vardı.
Ordunun bir kısmı da geriden gelmesi muhtemel taarruzlara karşı ayrılmıştı. Deniz kuvveti 12 küçük kadırga, 70 küçük kalite ve 20 mavnadan ve nakliyelerden ibâretti ve büyük gemiler karşısında harp kâbiliyeti pek azdı.
Muhâsara resmen 6 Nisan 1453’te başladı ve büyük topların yerleştirilmesi beş günde bitince kale duvarlarına ilk büyük gülleler 12 Nisan’da savruldu. Surlar yeni bir usulle, bir müsellesin köşelerine 2 ve ortasına 1 olmak üzre, vuruluyordu; ilk günden mühim duvar ve burç parçaları yıkılmağa başladı.
Bu Bizanslıların beklemediği bir netîce olmakla berâber, gedikler elâstikiyeti hâiz maddelerle kapatılıyor ve bu tarzda top ateşine daha mukâvim bir perde temin olunuyordu.
18 Nisan’da, Bayram Paşa vâdisi epeyce tahrip edildiğinden bir gece müdâfaayı yıpratma denemesi yapıldı; müdâfaa henüz kuvvetli idi; hücum muvaffak olamadı. Bu hücum ile müterâfik olarak donanma da Haliç’teki zincire yüklendi.
Müttefik donanmanın büyük gemileri buna meydan bırakmadı. Fâtih surları Haliç’ten de tazyik etmek istiyordu; bunun için de Bizans donanmasının tahribi lâzımdı; Beyoğlu sırtlarına yerleştirilen havan topları ile bunlara ateş açtı ve ikinci güllede bir gemi battı, diğerleri Galata duvarlarının dibine sığınarak ateşten kurtuldular; bu sûretle de hareket serbestliğini kısmen kaybettiler.
Bu sefer Fâtih fevkalâde bir buluşla 22 Nisan gecesi 72 küçük gemiyi kalaslar üzerinde tirfillerle toprak üstünde 1500 metre bir mesâfe yürüterek Galata duvarları yanından Kasım Paşa’ya, Haliç’e indirdi. Ertesi günü Türk donanmasını gören Bizanslılar şaşırdılar; 28 Nisan’da bu filoyu yakmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Türkler Hasköy’den Cibâli’ye bir duba köprü kurdular.
Bunun üzerine İmparator çok ağır bir vergi vermek şartıyla sulha tâlip oldu; pâdişah derhal reddetti; azmini hiçbir şey durduramayacaktı.
Kara cephesinde bombardıman mütemâdiyen devam ediyor, surlar gittikçe harap oluyordu; 6 ve 12 Mayıs’ta iki gece baskını daha yapıldı; Türkler yine geri çekildiler; gâye müdâfîleri yıpratmak, mâneviyâtı kırmaktı.
16 Mayıs’ta lâğım muhârebesine başlanarak düşman bu cihetten de meşgul edilmek istendi. 18 Mayıs’ta, hendeği doldurarak merdiven ve kulelerle tekrar bir taarruz yapıldı. Kadınların ve çocukların da berâber çalışarak yapılan fedâkârâne müdâfaaya rağmen şehirde yorgunluk ve bezginlik ümitsizlik derecesine varmıştı; topçu ateşi, kule muhârebesi, merdivenlerle sura tırmanmak teşebbüsleri lâğım tertibâtı birbirini tâkip ediyordu.
23 Mayıs’ta Fâtih, İsfendiyaroğlu Kasım Bey’i imparatora göndererek umûmi bir hücum ile şehrin zaptı takdirinde vâki olacak felâketlerden ahâliyi ve binâları korumak üzere imparator ve mâiyetinin bütün hazîne ve servetleriyle çıkıp gitmeleri ve Bizans’ı teslim etmeleri hâlinde kendisine Mora Despotluğu’nun verileceğini, aksi takdirde cebren alınan şehirlere o zamanın harp kânunları mûcibince yapılacak muâmelenin vebâlinin Bizans idârecilerine râci olacağını bildirdi; imparator reddetti.
25 Mayıs’ta râhipler, şehir kurtulmasa bile, imparatorun serbest kalması için gizlice kaçmasını teklif ettiler; son devirlerinde Bizans’ın tanıdığı bu en cesur ve cidden fedâkâr adam onu da kabul eylemedi.
Bombardıman ve lâğım işleri mütemâdiyen devam ediyordu. 26 veya 27 Mayıs’ta pâdişah bir harp meclisi topladı ve yalnız Sadrıâzam Çandarlı Halil Paşa’nın muhâlif reyine karşı bütün kumandan ve ulemâ ve şeyhler umûmi hücûma taraftar oldular; bilhassa Fâtih’in mürşîdi, mânevî zâhirî Akşemseddin, fethin yakın olduğunu tebşir ederek, celâdetli bir hitâbede bulundu.
28 Mayıs’a kadar tazyik bütün şiddetiyle devam etti, şehir sekenesi her şeyden tevahhüş eder olmuşlar ve artık bu işin bitmesi ehveni şer olacağına kanaat getirir olmuşlardı.
Fâtih 29 Mayıs 1453 Salı sabahını umûmî hücum günü olarak tâyin etti. Dalgalar halinde asker kara cihetine savlet ederken, donanma da bir taraftan Marmara surlarını, bir taraftan Haliç tarafını tazyik edecek idi; Haliç tarafına da köprü bir geçit olacaktı.
Bu emir Türk askerleri arasında büyük bir sevinç husûle getirdi; peygamberlerinin sekiz buçuk asır evvelki tebşîrâtı ve arzûsu yerine gelecekti.
Bizans halkı hissettiği hazırlıktan korku içinde yer yer firar etmeğe başladı; şehirde kalanlar da baş açık, ayak çıplak kiliselere koşup duâ ediyorlardı. Üç büyük gedik kapatılamayacak derecede büyümüştü. 28 Mayıs’ta Katoliklerle Ortodokslar barışıp berâberce duâ ettiler, imparator zırhını giyip hazırlandı.
Sabaha karşı hareket başladı; Sigma kapısında, Liğos -Bayram Paşa- vâdisinde ve Tekfur sarayında açılmış üç gediğe ve Haliç ve Marmara’ya hücum ediliyordu.
Birinci dalga bir keşif mâhiyetinde idi; bunu Anadolu vilâyet askerinin büyük gediğe atılması tâkip etti; en nihâyet Yeniçerilerin hücûma kalkmaları üzerine Bizanslılar, Havariyun Kilisesi civârındaki ihtiyatlarını birinci hatta sürdüler. Bu mühim yardıma rağmen müdâfaa zayıflıyor, ümitsizlik başlıyordu.
Bu esnâda baş kumandan Justinien hafifçe yaralandı; zâten mümkün olanı yapmıştı; bu yaralanma bahanesiyle surlardan çekilip gemisine gitti; imparator kumandayı eline aldı. Fakat mehâreti, cesâreti nispetinde değildi; Ulubatlı Hasan isminde gâyet kuvvetli bir serdengeçtinin otuz arkadaşıyla berâber surların üstüne çıkmasına mâni olamadı.
Hasan şehit olmakla berâber arkadaşları geri hattı da işgâl ettiler; artık müdâfîlerin gözü dönmüştü; iki sur arasında müthiş bir boğuşma hüküm sürüyordu; kaçan müdâfîler birbirlerini eziyorlardı. Bu sırada Bizans’ın cidden kahraman, fakat bedbaht ve akılsız son hükümdârı XI. Kostantin de öldü; berâberindeki üç asilzâde muhârip akrabası da öldüğünden yanında kimse kalmamıştı; sureti vefâtı anlaşılamadı.
Muhtelif rivâyetler arasında en fazla akla yakın olup üzerinde ittifak edilen şık bu itişip kakışma esnâsında ezildiğidir. Elbisesinde hüviyetini gösterecek bâriz bir alâmet olmadığından tanınmadı ve meçhul bir asker gibi diğer cesetlerle karışık gömüldü.
Ordunun iki büyük yoldan şehre girmeleri üzerine, Haliç suru da arkadan çevrilip sukut etti; ekserisi Venedikli ve Katalan müdâfîler yer yer teslim oldular. Vak’a sabahın yedisi ile sekizi arasında cereyan eyledi. Sokaklarda pek az harp oldu; karşı koyanlar birer birer ifnâ edilip bakiye esir alındı.
Üserânın mikdârını 50-60 bin kadar söyleyenler varsa da 60 bin sıhhata en yakın olanıdır. Bizanslılarla berâber Samatya civârını müdâfaa eden Yıldırım Bâyezid’in torunu, Süleyman Çelebi’nin oğlu Orhan Çelebi de kendini surdan atarak intihar etti.
Teslim olan Bizanslılar esir edilmekle iktifâ olundu; vatanlarını müdâfaa ettikleri düşüncesiyle canlarına dokunulmadı. Halbuki 23 Mayıs’ta, artık sukutu bir emri vâki olan kalenin teslim edilmesini kabul etmemekle bir çok can kaybına sebep olan bu kitleye, cezâ tertip etmek, kurunu vustanın (Ortaçağ) Garpta ve Şarkta vâki birçok misallerle teessüs eden bir harp kâidesiydi.
Bizans tebeasına rıfk ile muâmele edilirken, hükûmetiyle arada sulh olmasına rağmen, Tekfur sarayı mıntıkasını müdâfaa ederken esir alınan Venedik balyozu (konsolosu) G. Minetto îdâm olundu. Piskopos Leonardo ise fidye mukâbilinde serbest bırakıldı.
Bütün temizleme işi öğleye kadar bittiği halde, Haliç cephesindeki Aya Vasil burcunu tutan Giritliler akşam yediye kadar dayandılar; şehirde harbin bir an evvel bitmesini isteyen Fâtih bu kahramanlara serbestçe çıkıp gitmek hakkını bağışladı.
Deniz surlarının düşmesi üzerine gemileri sâhile yanaştıran donanma efrâdının yağma ile meşgul olmasından istifâde eden müttefik donanması, zinciri kırarak denize açıldı ve kuvvetli şimal rüzgârından istifâde ile Venediklileri, Cenevizlileri, Katalanları ve Bizans halkından ilticâ edenleri alarak çekip gittiler.
Fâtih öğle üzeri Top Kapısı’ndan azim bir alayla şehre girdi; önde sekbanlar, atının iki tarafında sipahi ve silâhtarlar, yanında vezîriâzam, diğer vezirler, şeyh Ak Şemseddin, Molla Gürâni ve bütün ulemâ ve meşâyih bulunuyordu; Top Kapısı’ndan girince, şimdiki Şehremini mevkîinde namaz kıldığı rivâyet edilir.
Etrâfını temâşâ ederek ağır ağır Ayasofya’ya doğru ilerlendi. İki yüz elli sene evvel Ehli Sâlib tarafından tahrîbinden beri hiçbir zaman eski hâlini bulamayan şehrin bir de harben zapt olunması üzerine vukûa gelen tahrîbat ve döküntüler ve kaçan ahâlinin kaçırmak istediği halde götüremeyip sokak ortasında bıraktığı yığınlar tabiatıyla şehre hazin bir manzara vermekte idi; pâdişah bu perişanlığa işâret ederek müteessir bir halde yol alıyordu; nihâyet Ayasofya göründü.
Bizans halkının inandığı bir efsâneye nazaran bir meleğin son dakikada getirdiği kılıçla, tâ Ayasofya kapılarına gelmiş düşman ifnâ olunup Ayasofya işgâl olunamayacaktı.
Bu îmanla surlardan kaçan kumandanlardan, zâdegândan, lâtinlerden, papazdan, halktan, haddi istiâbinin âzamisi insan doluşup kapıları sıkıca kapatmış ve içeride tahassun etmişler, bu kurtarıcı meleği ve kılıcı bekliyorlardı. Cenâbı Hak melek gönderir, fakat lâyık olana.
Halk teslim olmayınca eskiden Ehli Sâlib tarafından götürüldüğü için esâsen şimdi eskileri gibi sağlam olmayan hârici Narteks kapılarından bâzıları kırıldı ve içeridekilerin cümlesi, bu meyanda Lâtinlerle anlaşıp Katolikliği kabul eden Patrik vekîli Grigoryos esir edildi ve sükûnetle dışarıya çıkarıldı.
Kilise mühmel ve haraptı; kirli paslı idi; câmi içinde beraber bulunan müverrih Dursun Bey, Fâtih’in bilâihtiyar şu Fârisî beyti okuduğunu bizzat işittiğini tasrih ederek târihinde yazmaktadır:
“Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nöbet çalıyor; Kisrâ’nın (kral) sarayında örümcek perdedarlık vazifesinde!”
İstanbul’un fethini hazırlayan târihî, içtimâî, rûhî, siyâsî, askerî vak’aların teselsülü burada bitiyor. Bizans, kendine yabancı bir kuvvet tarafından bir defâ daha fethedilmişti.
O seferkinde, dost edâsıyla gelip, gemilerini surlara yanaştırmış olan Ehli Sâlib’in ânî baskınıyla Bizanslılar gâfil avlanmış ve iki Hıristiyan mezhebi sâliki arasında, sanki şehir harben alınmış gibi, bir boğuşma başlamış ve yukarıda işâret olunduğu üzre, yağma ve tahrip son haddine varmış fakat çıkarılan üç büyük yangın ne var ne yok silip süpürmüştü.
Tahrîbat o kadar müthişti ki, bugün İngiliz âlimleri tarafından yapılan hafriyatla bakiyeleri meydana çıkarılmakta olan, büyük Bucoleon sarayında Lâtin imparatorlar oturamayıp Zeyrek manastırını merkez yapmağa mecbur oldular; saray da bir daha yapılamadı.
Halbuki iki buçuk asır sonraki Türk fethi, yukarıdan beri anlattığımız vak’aların teselsülü ve tabiî netîcesi hâlinde vâki olmakla esaslı ve devamlı olmuş ve fâtihler benimsedikleri bu beldeyi tahrip etmeden almışlar ve hâriçten müdâhale vâki olmadığı, zengin ve müreffeh birkaç asırda, kendileri dünyâda henüz benzeri yapılamayan âbideler, bahçeler, korularla nazirsiz bir hâle getirdikten başka, Bizans âbidelerini olduğu gibi muhâfaza ve hattâ takviye etmişlerdir.
Kubbesi tağyiri şeklederek beyzîleşen, duvarlarında 25-30 santim genişliğinde çatlaklıklar bulunan Ayasofya’nın ayakta durabilmesi Türklerin yaptığı tahkîmat ve payandalar sâyesinde kâbil olabilmiştir. Bunlarsız Ayasofya’nın çoktan yıkılacağına en ufak fennî bir şüphe bile bulunması kâbil değildir.
Fetihten elli altı sene sonra, 1509’da, İstanbul üzerine çöküp surları, sütunları ve Türk eserleriyle berâber bilhassa daha yaşlı olan Bizans eserlerini silip süpüren ve târihlerde küçük kıyâmet namıyla yâd olunan müthiş zelzele vâki olmasaydı bugün elimizde daha pek çok Bizans eseri kalırdı.
Bu zelzele İstanbul için bir felâket olmuş ve zelzeleye daha mukâvim olan ahşap inşaatın revaç bulmasına ve binnetice İstanbul yangınlarına mebde teşkil etmiştir.
Şehir hakkında bu ölçü ile hareket eden Türk cemiyeti, halk için de, “tesâmüh”le hareket etmiş ve bundan dolayıdır ki kurûnı vustânın (Ortaçağ) zihniyetini silip süpürerek yeni bir devri bihakkın açmıştır.
Bu zihniyetin safhalarını anlatmağa gayret edelim: Kurûnu vustâda (Ortaçağ) bir belde teslim olmayıp da harben alınırsa, ahâlisi esir edilerek çıkarılır ve başka yerlerde satılırdı.
Fetihten altı gün evvel artık müdâfaa imkânı kalmadığı için şehir sulhan verilmesi teklifi ile böyle bir esâreti arzu etmediğini bildiren Fâtih ahâliyi ancak sûretâ hürriyetinden mahrum etti; uzun vâdelere bağlanmış taksitlerle fidye vererek kurtulmaları esâsını koydu ve halk bu fidyeyi kolayca vererek halâs oldu.
Bâzı garazkâr müverrihlerin bir de katliâm terâneleri vardır. Bu iş geniş ve hür fikre sâhip bir devletin kârı olmadığı âşikâr olmakla beraber rakamların şehâdeti böyle bir iftirâya mahal bırakmaz; Bizans müverrihlerinden Kritovulos 50.000, muhâsarada bulunan İtalyan Leonardo 60.000 olarak bildirdikleri esir miktârına beş bin harp maktûlü, on bin firâri ve bir miktar da Galata’ya ilticâ edenler hesaplanırsa öldürülecek adam kalmaz.
Yine aynı harp kâideleri mûcibince bütün evler, istisnâsız zapt edilirdi; Fâtih, fakir halkın meskenlerini kâmilen iâde etti; yalnız bunları Haliç sâhillerine topladı; zâten en çok binâ o taraflarda bulunuyordu. Zâdegânın, harbi idâre etmiş olanların, ölenlerin ve kaçanların evleri ekseriyetle zapt olundu.
Yalnız menkûl servetin üç gün yağmasına müsaade etti ki o günkü telâkkîlere bu kadar riâyet etmemesine imkân yoktu; kanı bahasına şehir almış bir ordunun hakkı bu idi. Yine aynı harp kâideleri bilhassa başka din mensuplarına âit mâbetlerin zaptını âmir iken, yüz kadar kilise Rumlara bırakıldı.
Rumlara lüzumsuz kalan kiliselerin bir kısmı câmiye tahvil, bir kısmı yeni getirilen Ermenilere, bir kısmı Türk Ortodokslarına tahsis edilmiştir; otuz senelik Fâtih devrinde câmiye tahvil edilen kiliselerin adedi on beş tânedir.
En nihâyet, aynı târihlerde, Akdeniz’in garp tarafında, engizisyon mahkemeleri insanları fikirlerinden dolayı ateşte yakıp, Mûsevîlerin boğazına kızgın kurşun akıtır, Müslümanları toplu halde imhâ ederken, şark tarafında, mağlûp bir millete bütün dînî ve içtimâî imtiyazlar verilip Katoliklerin tahammül bile edemedikleri Ortodoksluk himâye ve patriklik ihyâ edildi.
İmparator ve bâzı rical, Avrupa’dan muâvenet alabilmek için kerhen fedâkârlık etmeyi faydalı bularak iki kilisenin, Ortodoksluk zararına, birleşmesini kabul eylemişlerdi. Bunun üzerine, Bizans’ta pek büyük bir nüfuz sâhibi, Genadyos Skolaryos cephe almış, Katolik aleyhtârı Patrik Athanasios yerine de yeni bir tâyin yapılamayarak Gregoryos Mammas riyâsetindeki râhipler heyeti vâsıtasıyla makâmın idâresi temin olunmuştu.
İnsaf ile düşünülürse Genadyos’a hak vermemek gayrikâbildir; aynı dînin başka bir mezhebinin reisi olan Papa üstelik en müşkil anda yapacağı yardımı bu şarta tâlik ediyordu ki, fikir ve vicdan hürriyetiyle kâbili telif değildir. Nitekim bu dar taassup biraz sonra Protestanlığın zuhûruna âmil olmuş ve milyonlarca Hıristiyan Papalıktan ayrılmıştır.
Fakat Ortodoksluk Protestanlığın zuhûrunu beklemeğe muhtaç kalmadı. Bir Allah’a tapıp, Hazreti Muhammed’in onun en büyük peygamberi olduğuna îmanla berâber, Hıristiyanlığın peygamberi Hazreti İsâ’yı da en ulu resûllerden sayan liberal bir devlet onlara elini uzattı. Sırbistan Kralı Jorj Brankoviç (George Brancovitch) Macar kral nâibi meşhur Jan Hünyad’a, memleket idârelerine terk edilirse, Sırp kilisesine ne muâmele yapacağını sorduğu zaman:
“Bütün Sırbistan’da Ortodoks kiliseleri yerine Katolik kiliseleri kuracağım!” cevâbını almış, aynı suâle Fâtih’in mukâbelesi ise: “Her câmiin yanında yeni bir kilise kurabilirsiniz!” olmuştu.
Fetihten iki gün sonra, birkaç ay Papa’ya tâbi olduğu için affedilmiş bulunan patrikliğe, Bizans râhiplerinin birisini intihap etmelerini emretmiş, Müttefikan Genadyos Skolaryos’a rey vermeleri üzerine de memûriyetini tasdik eylemiştir.
Mamâfih makâmın, fetihten iki gün sonra iâdesine rağmen bu intihâbın yedi ve on ay sonra yapıldığını gösteren bâzı deliller de vardır. Patrik huzuruna Bizans an’anesine muvâfık merâsimle kabul edilip kendisine muhteşem bir asâ verilmiştir.
Fâtih’in, Patriği makâmında ziyâret eylediği de rivâyet edilir; onunla uzun felsefî mübâhasalarda bulunduğu ise muhakkaktır.
Patriklik evvelce Ayasofya yakınında bulunuyordu; orasının câmiye tahvili üzerine, Rum sekene de Haliç sâhiline toplandığından, Patrikhâne, Pamma Karistos manastırına nakledilip 1587 senesine kadar orada kalmıştır.
Rivâyete nazaran Patrik vezirlik rütbesine yükseltilip muhâfazasına bir yeniçeri kıt’ası verilmiştir. Mezheplerine, râhiplerine gösterilen bu hürmet, bütün Ortodoksların minnetini celbetmiş ve kaçanlardan beş bin kişi geri geldiği gibi, 1458’de Mora ahâlisi Venediklilere, Atina ahâlisi İtalyan dukaları Francesco Acciajuoli’ye karşı Fâtih’ten muâvenet dileyerek memleketi adâleti elinde tutanlara teslim etmekte tereddüt etmemişlerdir.
Türkler tebeaları olan Rumlardan, üç buçuk asır sonra, hıyânet görmüşler, Patrikhâne bütün düşmanlarına bir istihbarat şebekesi vazifesini görmüştür. Bu yüzden, haleflerinden Fâtih’i tenkit edenler görülmüştür. Geniş müsaadeler verilmeseydi bu haller vâki olmayacak mıydı? Başka şekil ve sûretlerde yine takdîri ilâhî yerine gelecek, yine Türkler arkadan hançerlenecekti.
Esâsen bu müsâmahayı göstermeseler müteâkip devirlerde kazandıkları muvaffakiyetleri de kazanamazlardı ve bütün bir cihânın tecâvüzüne uzun asırlar karşı koyamazlardı. Üstelik de bütün cihâna ilk numûne olan bu şereften mahrum olurlardı.
Bugünün çocukları hür fikrin dünyâya örnek olmasından memnun ve bahtiyardırlar: büyük cetleri hür düşünmüş, geniş anlayış ve müsâmaha gösterip adâletle hareket etmiştir.
Ermenilerle olan münâsebetlere gelince: Bizans zamânında asıl şehirde yerleşmiş bir cemaat bulunup bulunmadığı bilinmemektedir. Armenion isimli bir manastırın mevcûdiyeti mâlûm ise de Ermenilere nispeti muhakkak değildir. Yalnız Ayasofya’da yabancı tâcirlere mahsus dehlizlerden bir tânesini Ermenilerin kullanmakta oldukları, kabirlerden anlaşılmaktadır.
Bir cemaat var ise dahi son zamanlarda mikdarının bütün bütün azaldığı zannedilmektedir. Yalnız 1360’ta ahşap bir manastır yaptırdıkları mâlûm olmasına nazaran, Galata’da ufak bir cemaat bulunması lâzım gelmektedir. Fetihten yedi sene sonra Fâtih, tanıdığı Bursa Ermeni piskoposu Ovakim’i, bâzı ailelerle beraber getirterek Patrikliğe tâyin etmiş, Samatya’da Sulumanastır=Aya Yorgi Rum kilisesini tahsis eylemiştir.
Bursa’dan başka Ankara’dan, Tokat’tan, Sivas’tan ve işgâl olundukça Karaman ve Adana havâlisinden ve Otluk Beli muhârebesinden sonra Bayburt’tan Ermeni aileleri getirtilerek şehrin altı mahallesine toplu halde yerleştirilmiştir. En kalabalık oldukları yerler Samatya, Lânga, Kumkapı ve Galata idi; elân da buralarda epeyi Ermeni mevcuttur.
Ermeni Patrikhânesi 1641 senesine kadar Sulu Manastır’da icrâyı faâliyet etmiş, Kumkapı’daki şimdiki Patrikhâneleri de, 1479’da Bayburt’un işgâli üzerine getirtilen Ermenilere verilen müsaade üzerine yaptıkları Surp Asduadzadzin ismindeki kilisededir. Bugünkü binâ XIX. asırda yenilenmiştir.
Bu sûretle Ermeniler de Türkiye dâhilinde bir merci’ sâhibi olarak ticâret ve sanatla mühim servetler kazanmışlardır.
Mûsevîlerin Bizans Devri’nde ufak bir cemaat hâlinde Bahçekapısı’nda bulundukları mâlûm, bir kısmının da Hasköy’de oturdukları muhtemel bulunmaktadır. Fâtih Devri’nde İstanbul’da pek çoğalmamışlar, yalnız Edirne’den bir cemaat gelmiştir.
Asıl Kastil kralı Ferdinand’ın İspanya’yı Araplardan almasıyla beraber Yahudileri de tamamen kovması üzerine Fâtih’in oğlu II. Bâyezid’in gönderdiği donanma tarafından kurtarılıp Türkiye’ye kabul edilmişler ve İstanbul’da yerleşmişlerdir.
Katolik ve Lâtinlerle münâsebetler de şöyledir: Galata’nın, muhâsara esnâsında tamamen bîtaraf kalmaları şartıyla, muhtâriyetlerinin devamını Fâtih kabul etmiş ise de, Cenevizliler bir taraftan pâdişahtan çekindikleri için ona karşı bîtaraf görünmekle beraber, İstanbul’un fethi takdirinde zayıf Bizans’a gösterdikleri tahakkümü devam ettiremeyeceklerini bildiklerinden el altından Bizans’a yardım etmişler ve para, malzeme, “gönüllü” nâmı altında asker vermişler ve yapılan ihtara rağmen İstânbul’dan kaçan Lâtinleri ve Bizanslıları kasabalarına kabul etmişlerdi.
Birçokları da donanmanın meşgûliyetinden bilistifâde gemilerle ve servetleriyle kaçmışlardı.
Ummadıkları fethin vukûu Galatalıları endîşeye düşürdü; hemen fetih günü Galata podestası Angelo Zaccharia Fâtih’e bir sefirle mürâcaat etti ise de kabul edilmedi. Yalnız bilvâsıta kaçanların geri getirtilmesini muhâceretin durdurulması emrini alarak sefir me’yûsen döndü.
Bir istiskalden sonra bizzat mürâcaat etmeğe mecbur olan Angelo, muhtâriyetlerinden bahsetmeğe yeltendi ise de kendi torununun bile Bizans muhâripleri meyânında esir olmasından dolayı bîtaraflığı muhâfaza etmediklerini ve binâenaleyh imtiyazdan bahse mahal olmadığını ve kaçanlar geri gelmedikleri takdirde mallarının müsâdere edileceği cevâbını aldı. Ceneviz Cumhuriyeti’nin Galata üzerindeki bir buçuk asırlık bütün hukûku da sukut ediyordu.
1 Haziran Cuma günü Galata işgâl edilerek kulelerinden bâzısı yıkıldı; hendekleri dolduruldu, bununla berâber vezir Zaganos Paşa tarafından imzâlanan bir senetle din ve ticâret serbestîleri ve belediye işlerinde muhtâriyetleri bağışlandı, mevcut kiliseleri kendilerinde kalacak, fakat yenisi yapılmayacak ve çan çalınmayacaktı.
İşte bu esaslar iledir ki, mevcûdiyetleri zamânımıza kadar Levanten ismi altında intikâl eden Galata Lâtinleri asırlar boyunca Türk tebaası olarak bütün cihanla ticâret edip zengin ve müreffeh yaşamışlardır.
Esâsı Müslüman akîdesine istinat eden, vicdanlara serbestî vermek usûlü, İslâmların aldıkları diyarlarda cârîdir; Kudüs’te, Antakya’da, Mısır’da ve Şimâlî Afrika’da Hıristiyan ve Musevîler mânevî mevcûdiyetlerini ve mâbedlerini bugüne kadar muhâfaza etmişlerdir; bu serbestîyi ancak geniş müsâmaha ve dürüstlük prensibine medyundurlar.
Aksi kaziye için aynı noktayı nazarın tekrârı mümkün değildir. İspanya, Sicilya, Girit, Kıbrıs, Macaristan Müslümanları gibi, son olarak da yirminci asırda Balkan Türkleri yerlerinden sökülüp atılmışlardır.
XV. asırda Fâtih’in tuttuğu pek âdilâne ve geniş düşünceli yol ise tesâmüh zihniyetinin en bâriz misâlidir; hayat ve memâtını elinde tuttuğu mağlûp milleti bir Patriğin idâresinde toplayarak her türlü din ve vicdan serbestisine nâil ettiği gibi, evlenme, boşanma ve vefat gibi ahkâmı şahsiyelerinin idâresini kendilerine tevdi’ ederek, bir millet olarak XX. asra ulaşmalarını tahtı emniyete almıştır.
Hiçbir mercîleri olmayan Ermenilere, Türkiye’de bir Patriklik ihdâsı da sebebi mevcûdiyetleri olmuştur; onlar da ahkâmı şahsiyelerinde hür idiler.
Lâtinler Papa’ya tâbi olduğundan yalnız dînî müesseselerine serbestçe icrâyı faâliyet etmek imkânı bahşolunmuştur.
İstanbul’u fetheder etmez hukûkî esasları ve medenî şerâiti böylece vaz’eden ve büyük içtimâî, harsî, siyâsî ve askerî muvaffakiyetleriyle (Fâtih) unvanını bilistihkak kazanan Sultan Mehmed için artık harap hâliyle muhâsara ve fethettiği şehri kendine pâyitaht olmak üzere îmar etmek ve ihtiyâcı bulunan beş yüz bin nüfûsun yerleşmesine müsâit hâle sokmak yolunda gayret sarf etmek kalıyordu.
İstanbul şehrindeki Bizans sarayları pek harap bir halde idi ve ancak küçük ve mahdut birkaç dâire kalmıştı. Bunlar da bir Osmanlı sultânının ikâmetine kâfi ve muvâfık olmaktan çok uzaktı. İstanbul’da ancak yirmi gün kaldığı halde derhal bir saray inşâsını emretmeden Edirne’ye hareket etmedi.
Bu saray şehrin merkezindeki Bâyezid tepesinde şimdiki üniversite ve Süleymâniye Câmi’nin işgâl ettikleri geniş sâhada idi. 1454 senesinde biten sarayda Fâtih yirmi sene kadar ikâmet etti. Binâları XVI. asırda yandığından hakkında fazla mâlûmatımız yoktur; yalnız arâzisinin üç yüz elli bin metre murabba’ olduğu bilinmektedir.
Tertîbâtı da herhalde 1451’de inşâ olunan Edirne Sarayı’na müşâbih, yani merâsime mahsus bir birinci ve nefsi pâdişâhiye âit ikinci avluları muhtevî olsa gerektir.
Bundan sonra 1459 senesinde Eyüp Sultan’da câmi, türbe, medrese, imâret ve hamamdan mürekkep manzûme yapıldı. 14 metro kutrunda kubbeli murabba’ bir orta kısım etrâfında üç yanın kubbeden ibâret yepyeni bir plân tatbik olundu.
Eskisi yıkıldığından XIX. asır başında medrese de hazfolunup daha büyücek olarak bugün mevcut olan binâ yapıldı. Türbe, hamam ve harap imâret mevcut bulunmaktadır.
Üçüncü eser Sadrâzam Mahmud Paşa’nın 1462’de yaptırdığı câmi, medrese, türbe, mektep, mahkeme ve îrat olarak hamam ve handan mürekkep külliyedir. Câmi zelzelelerden sonra epey tâmir görmüş olmasına rağmen, şekli aslîsini tamâmen muhâfaza etmektedir.
Plânı Bursa câmilerine uygun olmakla beraber, ön tarafa iç dehliz ilâve edildiğinden bir nartekse uzaktan müşâbehet arz etmektedir. Orta kısmın yanlarında ikişer ayrı kol da Bursa’nın T tipi dediğimiz câmilerinden muharreftir.
Zelzeleler iç tezyînâtı epeyi harap etmiş yalnız medhal dehlizindeki kubbe istalaktitleri kalmıştır. Hâricî kapı sırf mermerden, istalaktitli ve mükemmel bir eserdir; binâ da kâmilen kesme taştandır. Türbe sekiz köşe plânlı 14 pencereli kubbeli basit bir binâ olmasına rağmen; hâricî kaplaması ona müstesnâ bir ehemmiyet kazandırmaktadır.
İnce mesâmi taş zemin üstüne gömme olarak çakılan firûze, lâcivert çiniler, yıldızlar, müseddesler meydana getirmektedir. Bu çiniler aralıksız konmayıp taş esas unsur olarak alındığından cephe, salâbet manzarasını hiç kaybetmemekle berâber, câzip bir sûrette süslenmiş bulunmaktadır.
Mahkeme ve mektep tamâmen yıkılmış, medreseden yalnız dershâne kalmıştır. Hamamın kadınlar tarafı yıkılmış ise de geri kalan erkekler kısmı 20 metrelik kubbesi, muhteşem cephesi ve iç taksîmat ve tezyînâtı îtibârıyla İstanbul’un en güzel hamamlarından biri vasfını kazanmıştır.
Mahmut Paşa caddesinin alt başındaki Kürkçüler Hanı medresede okuyan talebeye îrat olarak yapılmış yüz odalı muazzam bir binâdır ve dörtte üçü ayakta durmakta, mütebâkîsi zelzeleden yıkılmış bulunmaktadır.
Bundan sonra Murad Paşa’nın Bursa T tipi câmileri üslûbunda Aksaray’daki câmi, medrese ve hamamı gelir. Câmi ve hamamı oldukça iyi bir halde mevcuttur. Medrese harap olmuştur. Bu câmi, sâde kesme taştan yapılmış olmayıp, araya tuğla sıralar da konmuştur. Plân îtibârıyla Eyüp Câmii’ne benzeyen Şeyh Vefâ Câmii, medrese ve hamamı zelzeleden yıkılmış, yalnız türbesi kalmıştır.
Sıra Fâtih’in yaptırdığı büyük külliyeye gelmişti; 1462’de başlanıp 1470’te bitirilen bu eser, mîmârî, şehircilik, içtimâî, teşkîlât bakımlarından fevkalâde bir eserdir. Manzûmenin mihrakı olan câmiin eski yapısı, 26 metre kutrunda tam, mihrap cihetinde yarım kubbeleri pil pâye (pilier) üzerine oturan büyük ve mühim bir eserdi.
İki minâresi ve etrâfı kapalı zengin ve muhteşem bir şadırvan avlusu vardı. 1765 târihindeki müthiş zelzelede iki dakika içinde câmi kubbe ve duvarları yıkıldığından 1771 senesinde bugünkü plânla yeni baştan yapıldı.
Fakat ikincisi birincinin derecesinden çok uzakta kaldı; şimdiki dört pil pâye üzerine kurulmuştur ve kubbesi çok daha küçüktür; yerinde ve vesâik üzerinde yaptığım esaslı bir tetkik ile eski kubbenin 26 metre olduğunu tesbit ettim.
Yeni binâda eskisinden, muhteşem tâk kapı, şadırvan ve avlusunun etraf duvarlarıyla minâreler bâkî kalmıştır. Külliyeye büyük ehemmiyet kazandıran unsurlardan birisi de, sağ ve solunda yirmişer hücre ve birer dershâneden mürekkep sekiz üniversite (se-minaire) ve sekiz tâne de tâlî (College) medresesinin hâvi olmasıdır.
Bunlardan üniversite kısımları mevcuttur; tâliler yıkılmıştır. Her iki kısımda bin talebe okuyor; yiyip içiyor ve ikâmet ediyor, ihtiyaçları için de bir yevmiye alıyorlardı. Tedris sistemi sonradan Cambridge’te tatbik edilen usûle pek müşâbih idi; talebeler, gece gündüz berâberlerinde bulunan muidlerle ilim yollarında müzâkereler yaparlardı. Okunan ilimler fıkıh (İslâm hukûku), kelâm (teoloji), tıp ve heyet (astronomi) ve riyâziye idi.
Üniversitenin, husûsîlerden maada, bir de umûmî kütüphânesi, tıb talebesinin tatbîkâtına ve mürâcaat eden hastaların tedâvisine mahsus bir şifâhânesi (hastahâne), bir de muvakkithânesi (Horlogerie) vardı.
Külliyede içtimâî yardımlar da düşünülmüş, şehre gelen misâfirlerin bir yer tedârik edinceye kadar üç gün parasız yiyip içerek ikâmet edecekleri bir tâbhâne (Hospice) ve bunların binek atları ve ticârî eşyâsının muhâfazasına mahsus bir kervansaray ile şehir fukarâsına her gün yemek tevzi’ eden bir aşhâne yapılmıştı; ayrıca küçük çocuklar için bir mektep vardı.
Bu son te’sislerden yalnız tâbhâne kalabilmiş, diğerleri zelzelelerde yıkılmıştır. Binâlar tamâmen kesme taştan inşâ edilmişti ve hey’eti umûmiyesi 120.000 metre murabba’ bir sâhaya yayılmıştı.
Daha İstanbul alınır alınmaz Ayasofya’da, Zeyrek (Pantocrator) ve eski imâret (Pantepopte) câmilerindeki hücrelerde üç medrese tesis olunarak büyük âlimlerin idâresine verilmişti. Fâtih külliyesinin inşâsıyla bu perakende tesisler oraya nakledilmiş ve tedris kadrosu da takviye olunmuştur.
Anadolu’dan Semerkant’a gidip Uluğ Bey Rasathânesi’nde astronomi üzerinde mühim keşifler yapan riyâziye âlimi Ali Kuşçu da İstanbul’a dâvet olunarak tedrisatta bulunmuş ve maalesef oldukça genç yaşta ölmüştür. Yaptığı basita (Cadran solaire) minârenin gövdesinde görülmektedir.
Fâtih Devri’nde Sadrâzam Rum Mehmed Paşa Üsküdar’da bir câmi ve medrese ve teferruâtı, yaptırmışsa da yalnız câmi ve türbe bâkî bulunmaktadır; diğerleri yıkılmıştır.
Devrin en son câmii, mühim bir eser olan Davut Paşa manzûmesidir. Câmi 18 metre kubbeli ve hâricî nispetleri pek güzel, azâmetli bir binâdır.
Fâtih büyük vak’alarla dolu heyecanlı ve yorgun zamânında, İstanbul’u aldığından itibâren geçen yirmi gün gibi kısa bir müddette, yerini intihap ettiği sarayının mevkîi ve manzarası Boğaz’a ve Haliç’e nâzır ve fevkalâde güzel olmakla beraber, yarımadanın tam ucunda, bugünkü Topkapı Sarayı sâhasına nazaran sönük kalıyordu.
Seferlerden İstanbul’a döndükçe buranın dünyâda nazîri olmayan güzelliği ve üç denize nâzır, müstesnâ manzarası, bir saray yaptırmak arzûlarını tahrik ediyordu. Nihâyet, fetihten on beş sene sonra bu emel tahakkûka başladı.
İlk binâlar münferit iki büyük köşk idi; sonra inşaat plânlaştırılıp 1400 metre boyunda bir surla Haliç’ten Marmara’ya kadar şibh-i cezîre bölündü. Diğer üç tarafı eski Bizans burçları muhâfaza ediyordu.
Duvarın içi birinci avluyu teşkil ediyordu; burada erzak depoları, inşaat malzemesi ambarları, her türlü levâzım, fırın ve bu hizmetlere bakanların dâireleri bulunmakta idi. Avlunun tâk kapısı Ayasofya karşısında bulunan Bâb-ı Hümâyûn’dur; târih kitâbesi sarayın hitam târihini gösterir (1478).
İkinci avlu elyevm saraya medhal teşkil eden çifte kuleli kapıdan başlar; kapı Fâtih, kuleler, Kânûnî Devri’ndendir. Avlunun sağında mutfaklar, ortada iç hazîne, kubbe altı (salle de conseil) ve adâlet kulesi ve baltacılar (halle bardiers) has ahır ve haremin bir kapısı vardır.
Üçüncü avlu Enderûn’a yâni pâdişâhın resmi ve şahsî hizmetlerini îfâ edenlerin dâirelerine tahsis edilmişti. Medhalin tam karşısında pâdişâhın elçileri ve mühim şahsiyetleri kabul ettiği arz odası (taht salonu) vardır.
Avlunun sağında Enderun mektebi, elyevm, şimdiki müzenin de hazîne dâiresi olan büyük Fâtih Köşkü, karşı tarafta kiler ve hazîne koğuşları, solda küçük Enderûn Mektebi ve doğancılar dâiresi yapılmış, sol taraf ise kâmilen pâdişâhın ve hareminin ikâmetine tahsis edilmişti.
Fâtih Devri’ndeki binâlarından yalnız Fâtih Köşkü ve haremin bir kısmı zamanımıza intikal etmiş, diğerleri zamanla tahavvülâta dûçar olmuştur. Bir de, cirit, çöp ve çevgân (bir nevî polo) ve at koşularına mahsus, dış avlu vardır; meşhur Çinili Köşk bu müsâbakaların temâşâsı için bir makam olarak yapılmıştır. Saray yedi yüz bin metre sâha işgâl etmektedir.
Topkapı Sarayı yapıldıktan sonra Bâyezid’dekine eski ve buna yeni saray denilmiştir. XVIII. asırda sâhil surları üzerine yapılıp, burçlarının önündeki toplardan dolayı (Topkapı Köşkü) ismi verilen köşke izâfetle, inşâsından üç asır sonra (Topkapı Sarayı) nâmıyla yâd olunmaya başlanmıştır; elyevm bu isim altında ve Türk eserleri müzesi hâlindedir.
Saray binâları asırlar boyunca tâmir, tâdil ve bilhassa ilâvelerle tebeddüle uğramış ve büyütülmüştür. Fâtih Devri’nden kalan aksâmı kara suru, ikinci duvar, mutfakların ufak bir kısmı, has ahır, hazîne dâiresi, adâlet kulesi, arz odasının kâide kısmı, Fâtih köşkü, haremin bir kısmı ve çinili köşktür.
En mühim binâları da şimdi hazîne olan Fâtih köşkü ve Çinili köşktür. Fâtih köşkü önünde geniş bir revak (arcade) kısmen kubbeli, kısmen müzeyyen ahşap tavanlı muhteşem salonları ve hamamı ve bir taraftan Boğaz, bir taraftan Marmara’ya hâkim geniş bir hayat’ı (veranda) olan fevkalâde bir binâdır.
Bir binânın tabiatla nasıl kaynaştığını ve onu nasıl itmam ile çerçevelediğini görmek için bu eseri tetkik etmelidir. Binâ kâmilen kesme taştandır, kapılar, sütunlar ve mühim aksam som mermerdendir.
Çinili Köşk eski inşaat an’aneleri daha yakın bir sûrette sırlı tuğla ve kesme taş ile inşâ edilmiş olup, cephesi ve odaları altın yaldızlı müzeyyen çinilerle kaplanmıştır. Plânı Afyon Karahisarı’ndaki Gedik Ahmed Paşa Câmii’ne pek benzemektedir. Dışı ve içi azametten ziyâde ferah bir tesir yapar.
Fâtih, câmi ve saraylardan maada dünyâ yüzünde yegâne olan Kapalı Çarşı’yı ve içindeki iki büyük bedesteni yaptırmıştır; diğer Şark pâyitahtlarında bu cesâmette ve bu kadar muntazam plânlı nazîri yoktur.
Bizans çarşıları, İstanbul Kapalı Çarşısı’ndan 600-1000 metre uzakta bulunuyor ve Bizans son zamanlarında, dâhilî ticâretten ziyâde transitle yaşadığından, dükkânlar, depolar sâhillerde toplanmış bulunuyordu. Büyük bir plân dâhilinde tevessüe ve ahâlisi fazlalaşmağa müstait bu şehirde dâhilî istihlâk için çarşı şehrin merkezine alındı.
Çarşıda bugün mevcut üç bin dükkândan iki bini Fâtih zamanında yapılmıştır; bedestenler ise kıymetli emtiâya, nakit ve mücevherâta depo vazîfesini görüyordu ve gâyet sıkı bir disiplinle idâre olunduğundan herkes, bir bankaya yatırır gibi, kıymetlerini buralarda muhâfaza ediyordu.
Fâtih bu toplu çarşıdan maada şehrin muhtelif yerlerinde, Galata’da, Üsküdar’da üç bin kadar dükkân ve Galata ve Üsküdar’da birer bedesten yaptırdı.
İstanbul’da, saydığım câmilerden maada, kârgir kubbeli veyâ yalnız çatısı ahşap pek çok câmiler de yapılmıştır.
Edirne ve Bursa’dakiler küçük büyük olmasına bakılmaksızın hemen kâmilen kubbeli oldukları halde, İstanbul’da çok zarif olmakla berâber, ahşap çatılı câmiler yapmak mecbûriyetinde kalınması, Bizans kiliseleri Rumlara bırakıldığından, câmiye tahvil edilecek binâ bulunamayıp, mütemâdiyen artan sekenenin câmi ihtiyâcını acele karşılamak mecbûriyetinden doğuyordu; kubbe inşâsı çatıya nazaran pek yavaştır.
Bu çatılı câmilerin ne kadar zarif olduklarını İstanbul’un korkunç yangınlarından kurtulan numûnelerinden anlamaktayız. Fâtih Devri’nde İstanbul’daki câmilerin yekûnu, büyük, küçük, yüz seksen dört tâne gibi büyük bir yekûna bâliğ olmaktadır; bunlar zamânımıza eserleri intikal edenlerdir; bütün bütün meçhûlümüz kalanlar bittabî hesaptan hâriçtir.
Fetihten sonra İstanbul’da bir çok umûmî hamamlar yapılmıştır. Bunların mühimleri yukarıda söylediğim Mahmud ve Murad Paşa hamamlarından başka, Tahtakale, Gedikpaşa, İshak Paşa ve Çukur Hamam’dı. Mâlûmumuz olan yekûnu otuz iki tâneye bâliğ oluyor.
Fâtih inşaatı listesinde otuz iki medrese, on iki han, iki tersâne, iki kışla, kırk çeşme ve Halkalı suyu tesîsâtı bulunmaktadır.
İstanbul îmar olunurken Bursa, Edirne ve sâir şehirlerde de îmar ve inşâ bütün hızıyla devam etmiş, Bursa’da otuz yedi, Edirne’de yirmi sekiz, diğerlerinde altmış câmi yapılmıştır, Bunlardan Afyon Kara Hisarı’ndaki Gedik Ahmed Paşa Câmii plân ve inşâ îtibârıyla şâyânı zikrdir. Minâresi, bir hatvesi taş, diğeri çini helezonî burmalarla süslüdür. Plânı da bir çifte I dir.
Bir de Edirne’de Tunca nehri kenarında 1451 senelerinde yapılan büyük saray 1871 Türk-Rus Harbi’nde cephâne infilâkıyla harap olmuş, yalnız birkaç binâ harâbesi ve köprüler kalmıştır.
Velhâsıl Fâtih Devri’nin inşaat bilançosu üç yüz küsur câmi, altmış medrese ve bir o kadar hamam, otuz han ve bedesten ve üç yüz küsur binâdır. Bunlar muttali olabildiklerimizdir.
Fâtih zamanı bir buçuk asırdır büyük bir sanat devri halinde akıp gelen Osmanlı mîmârîsinin taazzuv ve tekevvün safhasının en esaslı merhalesidir. Osmanlı-Türk mîmârîsi, kendinden evvel Selçuklular, Danişmendliler ve Saltukoğulları gibi tevâbiinin kurduğu mîmârî esaslardan gerek plân, gerek motif olarak, birçok unsurlar almışlardır; buna şüphe yoktur; aynı milletin aynı mîmârî an’aneye mâlik iki kolu için de bu tabiîdir.
Lâkin câmi plânı ve tezyînat husûsunda Selçûkîlerden, Arap ve İranlı gibi diğer İslâm milletlerinden bir hamlede ayrılarak yepyeni bir T plânını Bursa’da ve İznik’te sâhayı tatbîka koymuşlardır; 1339’da Bursa’da yapılan OrhanCâmii gibi. Bunlar Bizans eserlerine de hiç müşâbehet göstermez. Maamâfih, an’ane tesiriyle arada bir 15-20 kubbeli ulu câmiler de yapılmamış değildir.
Osmanlı mîmârî mektebinin (ecole) Selçuklulardan uzaklaşan en bariz vasfı binâların hacim ve hat nispetlerine temin ettiği uygunlukla, hâricî manzaranın tenâsübünü temin etmesi, ilk nazarda bıraktığı tesir ve âhenktir. Selçuk binâlarında güzel nispetlere mâlik âbideler bittabî yok değildir; fakat epey az olduğunu iddiâ etmek yanlış olmaz.
Onlar nispet güzelliğinden ziyâde binânın pek ziyâde tezyîn edilmiş olmasını birinci plânda tutuyorlardı; tezyinâtı az Selçuk binâsı yok gibidir. Osmanlı tarzında ise kaziye berakistir; bu binâlarda nispetleri güzel olmayan binâ yok gibidir; varsa da pek azdır.
Çünkü vekar içinde ihtişam mîmârîsi olan Osmanlı üslubunda her şeyden evvel binânın son derece sâdelik içinde vakur nispetlere mâlik olması temin edilmişti; şuur ve tahteşşuûrun müştereken sağladıkları bu netîcede her halde Osmanlı hânedânının büyük tesiri olsa gerektir.
Zâir üstünde ilk intibâın hepsinden mühim, bilhassa uzaktan görünüşte, şehirlerin umûmî manzarasında gayrikâbili içtinap zarûret olduğu münâkaşa götürmez bir hakîkattir. Bu tesirleri de teferruat ve tezyînâta boğulmadan temin etmek ise bir sehli mümteni’dir.
Osmanlı binâlarının birincisinde başlayan bu istiklâl ve şahsiyet ve bu yepyeni telâkkî, Selçuk Devri’nden târihen uzaklaştıkça tekemmül etmiş, nispetler âhenkleşmiş, plânlar daha derli toplu, daha ziyâde (vahdet) unsurunu hâvi olmağa başlamıştır; tezyînat ancak medhallere, minber ve mihraplara hasredilmiştir.
Bursa Orhan Câmii (1339), İznik Yeşil Câmii (1390) ve aynı târihlere yakın Bursa Murâdiye Câmii gittikçe nispetleri daha sağlam, tezyînâtı ancak pek lüzumlu yerlerde gözü tatmin edecek hadde indirilmiş, heyeti umûmiyeleri îtibârıyla da XX. asırda, nazariyesi iyi düşünülüp tatbîkinde iğrenç hatâlara düşülen, mücerret (abstraite) mîmârîyi en güzel şekilde ilk sâhayı tatbîka koymuş binâlardır. Osmanlı mîmârîsi mücerret olduğu halde XX. asrınki gibi kuru ve haşin değildir.
Yukarıda söylediğim câmilerin hemen hepsi mihrap mihverinde iki büyücek kubbe (takrîben 12¬13) ve yanlarda ikâmete, misâfir kabûlüne, idâre işlerine elverişli daha alçak kubbeli dörder hücreyi ve ön cephede üç veyâ beş kubbeli bir revakı (arcade) muhtevî binâlardır.
Bu plânla büyük satıhları kapamak müşkül olduğundan daha geniş mekân elde etmek üzre dört orta ayak üstüne bir merkezî kubbe koyup etrâfını küçüklerle beslemek tarzında bir plân denemesi Dimotoka’da Doğan Bey Câmii’nde (1420) tatbik edilmiştir; bunun kubbesi de 12 metre idi; fakat sâhası daha genişti.
Büyüyen imparatorluğun ihtiraslarına bu da kâfi gelmiyordu; 1437’de başlanıp 1447’de bitirilen Edirne Üç Şerefeli Câmii’nde 12 metrelik kubbe birden 24,5 metreye iblâğ olunarak ve kapalı şadırvan avlusu ilâvesiyle muazzam bir eser meydana geldi.
Daha Bizans fethinden evvel içtimâî bünyelerinin gelişmesiyle mebsuten mütenâsip olarak yaptıkları bu kademe kademe tahakkuk eden hamle ve cehitler netîcesinde millî rûhun istediği büyük eserlere doğru yavaş, fakat emin, hatvelerle ilerlendi; her türlü taklitten uzak, son zerresine kadar orijinal nümâriye erişildi.
Minâreler de bu arada son derece büyük bir tekâmüle vâsıl olarak Üç Şerefeli Câmi’ye ismini veren üç müezzin şerefesini (platform) hâvi 67,5 metre irtifâında dünyânın en ince ve güzel minâresi meydana geldi; adetleri de bir veyâ ikiden dörde iblâğ olundu. Bu binâlar tamâmen kesme taştan yapılmıştır.
Bizans fethinden sonra yapılan Fâtih Câmii ise, yukarıda kaydettiğimiz vechile, 26 metrelik kubbesi ve çok geniş sâhasıyla yeni bir hamle ve büyük kubbeler ve İstanbul’u nazirsiz âbideler şehri hâline koyan büyük câmiler serisine mebde teşkil etti.
Türkler İstanbul’daki mîmârî ve inşaat serilerine Bizans usullerinden uzak, tamâmen müstakil bir ruh ve teknikle başladılar.
Teknik husûsunda, Bizans mîmârîsi bir tuğla inşaat sistemi olup, hâricen tuğlalar ya bariz olarak bırakılır veyâ, Ayasofya’da olduğu gibi, beden ince ve geniş mermer levhalarla kaplanırdı.
Ne tuğla ve ne de incecik oldukları derhal sezilen geniş levhalar, salâbet ve metanet manzarasına mâlik kesme taşla kâbili mukâyese olmayacak kadar cılızdır, emniyet manzarasından mahrumdur.
Önlerinde buldukları bu misâlleri ve şehrin an’anesine rağmen Türkler bu tarzlara kapılmayarak derhal müstakil bir yol tutup, binâlarını kuvvet ve devamlılık manzarasına ulaştırmışlar, mesamî kesme taştan yapmışlardır.
Bizans binâları hâricî nispete ehemmiyet verilmeden yapılmıştır; kütleler ağır kubbe ve sâire gibi unsurlar bunlarla gayri mütenâsiptir. Ayasofya dahî hâricen bir âhenk göstermez; binâyı desteklemek için konulan mâil ve kademe kademe arza yaklaşan Türk ilâvesi payandalar olmasaydı birden yükselen sert bir kütle manzarasını alırdı.
Halbuki Türkler mîmârîlerinde büyük kubbe etrâfını derece derece birbirine destek olan daha küçük unsurlarla besleyerek mukâvemet tekniğini temin etmişler, aynı zamanda göze ve zevke emniyet ve ferahlık hissini vermek meselesini pek güzel bir şekilde halletmişlerdir.
Mîmârî ruh cihetinde de Bizans kiliseleri üç veyâ beş tâne dehlizle (Nef) inşâ olundukları halde Türk plânında tam ve kafî vahdet vardır; Ayasofya’da birbirine yakın sıraların teşkil ettiği bir direk perdesi ile yanlar orta kısımdan külliyen ayrı düşmüştür ve kimse yan neflere gitmek ihtiyâcını duymayıp orta kısımda durur ve binâyı seyreder.
Yanlara gidenler ancak ihtisas cihetinden bir tetkik yapanlar veyâ tecessüsle bir göz atanlardır. Cenahlar basık, karanlık ve sıkıntılıdır. Câzibeyi teşkil eden orta kısım, umum sâhanın yüzde kırk ikisi olduğundan, yüzde elli sekiz nispetinde bir mahal ziyâa uğramış demektir. Halbuki birleşik bir mekânın aksâmı arasında bu derece müvâzenesizlik umum sâhanın âhengini bozar; bir binâ heyeti umûmiyesinden istifâde için yapılır.
Bazilik sistemi dediğimiz nefli binâlar yapmak îtiyâdı, ilk kiliselerin paiyen mâbetlerinde kurulmasından kalmıştır. Roman, Gotik ve Bizans’ta çatılı bazilikler hep böyle yapılagelmiş, hattâ Ayasofya çatı yerine Karakale hamamları ve asıl Şark binâlarını örnek alarak kubbe ile örtüldüğü halde yine de nef sistemine tâbi olmaktan kurtulamamışlardır. Hemen bütün Bizans kiliselerinde üç nef kullanılmış, Pantokrator gibi bâzı kiliselerde bu adet beşe çıkarılmıştır.
Halbuki Türk câmii hâricen olduğu gibi, dâhilen de başka bir ruh arz eyler; bütün iç hacım bir vâhit teşkil eder. Bir kenarda durmakla bütün binâyı yek nazarda kavrarsınız. Yanlardan, orta kısımdan ayrılmamıştır; hepsi birbirine kaynaşmış, bir kül hâlini almıştır.
2 Tezyînat unsuruna gelince; hâricî mîmârî zayıf olunca tezyînâta kuvvet verilmesi tabiîdir; esas bünyesinde güzelliği olan, tezyînâta ihtiyaç duymaz.
Türkler o güne kadar efsânevî bir güzellikte telâkkî ettikleri bu şehri zapt edince, beklediklerini bulamayıp kendi üsluplarının üstünlüğünü derhal anlamışlar ve mahallî an’ane, alışkanlık ve malzemeyi bir tarafa bırakarak evvelâ, Bizans’ın, yanı başında olduğu halde, kullanmadıkları mesâmî güzel yapı taşı ocaklarını kıymetlendirip işlemişler; hâricen ve dâhilen tam bir (vahdet) mîmârîsi vücûde getirip, tezyînâtı ancak kapılara, pencerelere, mihrap ve mimberlere hasr ile, beden ve ayakları kuvvetlerini tebârüz ettirmek ve vahdeti temin etmek üzre, tek malzemeden ve sağlam bir görünüşte yapmışlar, insana bir muvakkatlik hissi veren ince kaplamalar kullanmamışlardır.
Roman, Gotik ve Rönesans gibi mîmârî üslupları, bir devre mahsus bütün milletlere şâmil umûmî tarzlar olduğu halde, son Türk imparatorluğu olan Osmanlılık kendine has bir millî mîmârî ibdâa muvaffak olmuştur.
Bir Osmanlı Türk eserini görür görmez aynı din zümresinden Arap ve İran ve Hint eserinden derhal tefrik ettiğimiz gibi, aynı topraklar üstünde, aynı taş ve harçla çalışan Bizans, Sırp, Bulgar mîmârîsiyle karşılaştığımızda da tereddütsüz yine: “Bu Türk binâsıdır” deriz.
İşte, Türkler bütün XVI. asır boyunca sayısız şâheserler3 verecek olan sanatlarının temel âbidelerini bittabî XV. asrın ilk nısfındaki çalışmaların izinde yürüyerek, Fâtih Devri’nde inşâ etmişler, plânda vahdet, nispetler, hacimler gibi esasları ve şadırvan avlusu, kapılar, mihrablar gibi inşâî anâsırın en güzel tarz-ı hallerini, düsturlarını vaz’eylemişlerdir.
Onların resim ve heykel gibi güzel sanat şûbelerinde diğer milletlerden geri oldukları vârittir. Edebiyat ve mûsıkîde de, Garptakilerden başka çeşnide, mütemâdiyen yüksek eserler vermiş olmakla berâber, dünyâ seviyesinin en üstünde olduklarını iddiâ eden yoktur; fakat mîmârîde dünyâ çapında şâhikayı yalnız başlarına fethettikleri bir hakîkattir.
Garb medeniyeti zümresi, başka bir üslûba ve daha müzeyyen binâlara alışkın olduğundan, Türk mîmârîsi karşısında, vehleyi ülâda (ilk bakışta) bir yabancılık hissedebilirler ise de, Türkiye’de uzunca bir müddet kalıp, rûhî bir istînâs ve terbiye hâsıl edenler ve bilhassa taassupsuz sanatkârlar hayretle ürpermekten kendilerini alamamaktadırlar.
İstanbul bir taraftan îmar ve iskân olunurken, siyâsî hâdiseler de tevakkuf etmiş değildi. Eski Bizans toprakları üstünde, adalarda sayısız prenslikler ve dukalıklar teşekkül etmiş, Mora’da son imparatorun iki kardeşi despot unvanıyla ufacık hükûmetler kurmuşlardı; Trabzon’da imparator unvanıyla bir Komnen sülâlesi icrâyı hükûmet ediyordu.
Fâtih evvelâ adaları tabiiyeti altına aldı; Atinalılar İtalyan aslından dukaları Francesco Accijuoli’nin zulmünden Fâtih’e dehâlet ettiler; Atina, Mora işgâl olundu. Kralı ölünce anarşiye düşen Sırbistan kat’î olarak fethedildi; Bosna Hersek tamamen Türk idâresine girdi ve sırasıyla Karadeniz’in cenup sâhilindeki İsfendiyar Oğlu hükûmeti, Ceneviz müstemlekeleri ve Trabzon’daki Komnen İmparatorluğu birer birer harîtadan silindi.
Bu pürüzlerin hallinden sonra, Osmanlı hâkimiyetine karşı mütemâdî hıyânetlerle, nakz-ı ahitlerle târihi lekeleyen Karaman hükûmetini Fâtih artık bırakamazdı, 1466’da ortadan kaldırıp halkını İstanbul’a nakil ve iskân etti.
Bu târihlerde Venedik Cumhuriyeti Mora’da çıkan bir ihtilâf bahânesiyle Osmanlı Devleti’ne îlân-ı harp etmişti, on altı sene süren bu harpte arada bir adalara akın etmekten başka bir şey muvaffak olamadıkları halde, mütemâdî darbeler yiyorlardı.
Karaman ailesinden arta kalan bir prensi donanma himâyesinde işgâl ettikleri Anadolu cenup sâhilindeki Silifke Kalesi’ne yerleştirdiler. Asıl maksatları Azerbaycan, İran ve Irak’ın sâhibi ve kuvvetli bir Türk hükûmeti olan Akkoyunlulara bu yol üzerinden silâh ve para yardımı yapmaktı.
Şarkta bu devlet kuvvetli kaldıkça rahat edemeyeceğini bilen Fâtih, bu vak’a üzerine Akkoyunlulara harp açıp 1473 senesinde müthiş bir meydan muhârebesi sonunda Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’ı mağlûp ve perîşân ederek Şarkî Anadolu’yu da fethetti.
Şarkta bir müttefik bulmak ihtimâli kalmayan ve muhârebe dolayısıyla telâfisi gayrikâbil zararlara uğramakta olan Venedikliler sulha tâlip oldular; Arnavutluk sâhilinde işgâl ettikleri kaleleri ve İşkodra’yı ve Ağrıboz’u terk ile, harp tazmînâtı olarak iki yüz bin duka altını ve ayrıca her sene vergi vermek, şartlarıyla musâlâha akdolundu.
Venedikliler, hasımları Napoli kralına karşı Fâtih’ten muâvenet bile talep ettiler. Venedik sulhunu müteâkip pâdişah, Buğdan’ın (Moldavie) vahşî ve gaddar voyvodası Stefan’ı mağlûp ve fîrâra mecbur etti.
Fâtih’in etrâfa kol salmış istihbârat şebekesi Şimalde yeni bir kuvvetin ilk kımıldayışlarını haber vermişti; bu devlet o zamana kadar Moğol Kıpçak hânedânının taht-ı idâresinde bulunan Moskova Grandükü III. İvan’ın hükûmeti idi. Mora fethinden sonra Roma’ya kaçan Bizans Prensi Tomas Paleolog’un kızı Sofiya’yı, Papa’nın tavassutu ile tezevvüc eden İvan, zevcesinin teşvîkiyle nazarlarını Cenûba doğru çevirmiş, ecnebî hükûmetlerle ve bu arada Fâtih’in düşmanı Uzun Hasan’la münâsebetlere girişmiş idi.
Sıhriyet bahânesiyle kendini Bizans İmparatorluğu’nun vârisi addetmek hülyâlarına da düşmüştü. Bu emellerin tahakkûka başlaması ancak iki asır sonra oldu ise de, Fâtih o zamandan bunu sezerek Şimâlî Karadeniz’deki Kefe ve sâire gibi Ceneviz müstemlekelerini fethedip Cengiz Han bakiyelerinden Kırım Hanlığını da taht-ı himâyesine aldı; bu sûretle Karadeniz tam bir Türk gölü oluverdi.
Fâtih dünyâ üzerine Rusya’dan çökecek musîbetlere karşı mukâbil tedbirlerini almaya gayret sarf eden ilk insandır; son asrın hâdiseleri bu endîşesinde ne kadar haklı olduğunu ispat etmiştir.
Karadeniz’i bir Türk denizi hâline sokup Kafkaslardan Akdeniz’e kadar olan sâhada Mısır Kölemen Sultanlığı’ndan başka kuvvet bırakmayarak emniyeti ve coğrafî vahdeti temin eden Fâtih, artık, bütün hâdiselerini adım adım tâkip ettiği, Avrupa siyâset sahnesine çıkacaktı; Venediklilerin de teşvîki üzerine donanma ile sevk ettiği kuvvetle cenûbî İtalya’daki Otranto Kalesi’ni zapt etti ve buna müvâzî olarak Rodos’u muhâsara etti ise de alamadı.
Bu İtalya seferinin ne maksatla ihtiyar olunduğu târihçe meçhul kalmıştır. Otranto’da bir köprübaşı kurup son derece kuvvetli bir kale yaptırması üzerinden az zaman geçmişti ki, Fâtih vefat etti ve bu sefer, bir teşebbüs mâhiyetinden ileriye geçemedi.
İtalya’da kale yapılırken Fâtih bizzat ordusunun başında bir Şark seferine hazırlanmış ve İstanbul’a 20 kilometre mesâfedeki Tuzla’da, Sultan Çayırı mevkîinde ordugâh kurmuştu. Ehemmiyetli görünmeyen bir rahatsızlığı vardı; bir gece sancılar içinde vefat etti.
Bir seferin zahmetlerini göze alıp yola çıkan pâdişâhın birden sancılanması ve İtalyan Mûsevîsi iken ihtidâ eden bir hekimin verdiği şiddetli bir ilâç netîcesinde bütün bütün ıstırâbı artarak, irtihâli birtakım tahminlere yol açtı ve zamânının müelliflerinden birçoklarının, açıktan açığa olmamakla berâber, imâ ettikleri zehirlenme ihtimallerinin meydana çıkmasına sebep oldu. Muâsır müverrih Âşık Paşazâde de buna dâir epeyi hazin levhalar vardır.
Târih devirleri mikyâsında büyük adam olan Fâtih, XV. asırda azim ve cesâreti, dürüstlük ve adâleti nefsinde cemedip köklü ve bükülmez bir irâde ve kuvvet kaynağı olan Türk cemiyetinin içtimâî rûhunun mümessili idi.
Cemiyet, yaptığı muazzam hamlelerde onun benliğinin mistik temellerini seziyor, onu, vasatın çok fevkinde ve esrarlı kuvvetlerin, erişilmez bir müfekkirenin sâhibi olarak görüyordu.
Bu müşâhedede şuur ve tahteşşuur aynı derecede rol oynamakta idi. Fâtih’in icrâatı bu fikri, kütlenin şuûruna yükseltince, kütle kendini onda toplanmış gördü; onun varlığında kendini buldu ve her fert şahsî mevcûdiyetini büyük bir varlığın mütevâzî bir cüz’ü şeklinde telâkkî etmeyi kabul edince de bütün benlikler (bir) oldu.
O zaman bütün yapılanlar, inşâ, îmar, güzel san’atlar, ilim, siyâset, askerlik, bu umûmî ruhtan feyz aldı. Büyük liderinin direktifleriyle muazzam netîceler meydana geldi.
Bu otuz senelik devrede cemiyet ve Fâtih neler yaptılar? Cihanşümûl mîmârînin müstakbel temellerinin, ilk esas ve kâidelerinin Fâtih Devri’nde atıldığını, devirlerin keyfiyet ve kemiyet îtibâriyle ne kadar bereketli olduğunu yukarıda îzâh eylemiştik.
Bundan evvelki paragrafta belirttiğimiz vechile en ufak işçisinden mîmârına ve bânîsine kadar herkesin umûmî bir âhenk içinde, yaptığı bu binâlarda büyük bir vahdet, tezyînat ve teferruâtı ikinci plâna bırakıp esas bünyeye verilen kıymet ve bütünden fışkıran azâmet bu mîmârînin mümeyyiz vasıflan oldu. XVI. asırda vardığı şâhikanın (apojee) membâı bu devirdir.
Güzel san’atların diğer şûbelerinden resim de Fâtih Devri’nde bir hamle yapmak istîdâdı gösterdi. Şark dünyâsında noksan taraf olan büyük resmi (heinture) memlekete ithal için Fâtih Constanza di Fenara ve Gentile Bellini ve sâire gibi birçok ressamları İtalya’dan getirtip madalyalar, kabartmalar, yağlı boya tablolar yaptırdı; onların SinanBey gibi talebeleri yetişti; 1480 senelerine doğru Türkiye’de resim yer tutmağa başlamıştı.
Garp için büyük bir meçhul olan Türk yazısı da bu devirde inkişaf esaslarını vaz’eylemeye başladı. En feyizli devir olan on altıncı asır başındaki mücedditler, Fâtih Devri’nde yetişip tekâmül ettiler; yazı mücerret (abstrait) güzelliğin en güzel ifâde tarzı hâline geldi.
Fâtih zamânında ve onu tâkip eden 25-30 sene içinde artık hiçbir İslâm memleketinde erişilemeyen bir seviyeye vâsıl oldu. Asırların en büyük hattatı Şeyh Hamdullah Efendi, Fâtih Devri’nde yetişmiştir.
Tezhip ve minyatür de Fâtih zamânında çok asîl numûneler vermiştir; Fâtih Devri kitapları bakmakla doyulmayacak bir nefâsettedir; ciltleri de pek güzeldir.
Edebiyat ve Türk lisânı sâhasında İkinci Murad zamânında başlayan kuvvetli hamle, Fâtih Devri’nde inkişaf ederek, pek mühim şâir ve nâsirlerin eserleri elden ele dolaşmıştır.
Bunların terakkîsinde Fâtih’in mühim rolü olmuştur; bizzat kendisi de şâir olup hislerini lirik şiirlerle terennüm eden Fâtih, ediplerle hemhal olmuş, hasbihaller tertip, maddî ve mânevî refahlarını temin ederek teşvik ve himâye ile bu yolda her şeyi yapmıştır.
Bütün Türk diyarlarından İstanbul’a gelen şâirler büyük izzet ve ikramla kabul olunarak alıkonulmuş ve dîvanları câizelerle taltîf edilmiştir.
Mûsıkî hakkında fazla bir şey söyleyemeyeceğim; on beşinci asırdaki mühim eserlerin bestekârlarının Türkiye’de çalışıp çalışmadıkları henüz meçhul kalmış bir noktadır.
Felsefe ve ilim o devirde pek ileri ve canlı bir halde idi. Sekiz asırlık İslâm felsefesi ve teolojisi sâhasında 1450’den sonra Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Sinan Paşa, Hızır Bey ve sâire gibi mühim şahsiyetler yetiştiği gibi riyâziye ve heyette Ali Kuşçu ayarında pek mühim nazariyeleri ve te’lîfâtı bulunan bir âlim, tıpta Lârî Çelebi, Yâkup Paşa gibi üstatlar yer almışlar.
Bu zatlar Fâtih semâniye medreselerinde ve diğer İstanbul, Bursa ve Edirne medreselerinde pek çok talebe yetiştirmişlerdir. Bu medrese ve mektep hâricinde Fâtih’in husûsî meclisi de bir akademi mâhiyetinde idi.
Bütün bu âlimler, seyahat yoluyla gelenler, eski Bizans filozofları Fâtih’in meclisinde yer alırlar ve uzun musâhebeler yaparlardı. Bizzat kendisi Arabî, Fârisî, Yunanca, Sırpça ve rivâyete nazaran Lâtince ve İtalyanca bilirdi. Bizanslı Amirutzes ile hakîkî dostluğu vardı.
Mühendislik sâhasında da binâların teknik terakkîsinden, kale ve tersâne inşaatından başka havan topunun ve ilk defâ Rodos muhâsarasında kullanılan infilâklı merminin îcâdı şerefi Fâtih’e ve muâvinlerine âittir.
Ezelî takdîrin tecellîsi ile Fâtih’in yerine İkinci Bâyezid gibi babasının seviyesine ulaşmaktan ve geniş, hür fikirlerini tâkip edebilmek imkânından bile mahrum bir hükümdar çıkıp cemiyeti de şaşkın ve perîşan bir hâle getirmeseydi, Rönesans’ın tam inkişaf devresinde komşu ülkede ve onu tâkîben bütün Şark dünyâsında müvâzî bir fikir hareketi inkişaf eder ve Rönesans’ın çok parlak olmakla berâber yalnız rasyonalizmden örülmüş ve binâenaleyh tek cepheli kalmasına mânî olurdu.
Bu sûretle on sekizinci asırdan zamânımıza kadar insanları ve içtimâî bünyeleri kemirmekte olan îman ve mâneviyat buhrânına karşı bir muvâzene unsuru teşekkül etmiş bulunurdu.
1 Murad Paşa Hamamı 1956 târihinde tamâmen yıkılarak, yok edildi (A. Yüksel).
2 Şunu da arz edelim ki Osmanlı-Türk câmileri ırktaşları Selçukluların çok direkli câmilerine benzemediği gibi, yine aynı üslupta olan Arap, İran ve Hint câmilerine de hiç benzemez.
3 Osmanlılar, İstanbul ve diğer şehirlerdeki büyük çapta câmi ve binâlar nokta-ı nazarından hiçbir milletin erişemediği bir seviyeye ulaşmışlardır. Meselâ Bizanslılar bir tek Ayasofya’yı yaptıktan sonra ona yakın hiçbir eser meydana getirememişlerdir.
Ayasofya kubbesi 31 metre olduğu halde, diğer kiliselerinkilerde 18 metreyi geçen bir tâne yoktur ve bu vasat eserler de iki üç tânedir; fazla değildir. Kiliselerin mütebâkîsi üçüncü derecede binâlardır.
Âşık Paşazâde; Tevârih-i Âl-i Osman, Târih-i Osmânî Encümeni Neşriyâtı.
Dursun Bey, Târih-i Ebülfeth, Târih-i Osmânî Encümeni Neşriyâtı.
Hammer, Osmanlı Târihi, Ata Bey tercümesi.
Feridun Diritemkin, İstanbul'un Fethi, İstanbul Belediyesi neşriyâtı, 1949.
İsmâil Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, 1947. Kritovulos, Târih-i Sultan Mehmed, Târih-i Osmânî Encümeni Neşriyâtı.