Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’yi çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, ailemin yakın dostları arasında tanıdım.
Evimize gelen, bizim de ziyaretine gittiğimiz, şık giyimli, çok nazik, sohbeti tatlı bir beyefendiydi, çevremizi oluşturan diğer eski İstanbullular gibi, eşi İlhan Ayverdi de, içten tebessümüyle bulunduğu meclise huzur veren, son derecede zarif bir hanımefendiydi.
Fatih’teki “müze-evlerine” ilk olarak kaç yaşımda gittiğimi hatırlamıyorum ama etrafımı saran güzel eserlerden ve sofrayı donatan nefis yemeklerden çok etkilendiğimi biliyorum.
Yaz aylarında Boğaziçi’nin farklı semtlerinde kiraladıkları yalılara yapılan ziyaretler de başka türlü keyifli olurdu. Baba akrabalarımdan Münevver Ayaşlı’nın Beylerbeyi’ndeki yalısını kiraladıkları bir yaz onları daha sıkça gördüğümüzü hatırlıyorum.
Bizim “Mimi Hala” olarak hitap ettiğimiz Münevver Hanım
“Ekrem Beyefendi kadar hakiki manada ‘İstanbullu’ olan pek az insan kaldı. Güzel eşya sever, güzel yemek sever, misafir sever, sohbet sever ve kedi sever” demişti…
Gerçekten de evlerinde hep alımlı ve bakımlı kediler görmüşümdür. Hadım edilmiş bir Kedi Bey vardı. Son derece de “yakışıklı” ve azametliydi. Bir de, sokak çocukları tarafından küçükken bıyıkları kesilmiş olan Kehkeşan vardı.
Zavallı Kehkeşan, Ekrem Hakkı Beylerin himayesine girerek paçayı kurtarmıştı fakat dengesini sağlayan bıyıklarından mahrum olduğu için yalpalayarak yürür ve kafasını devamlı sağa sola sallardı.
Ekrem Hakkı Bey de onun için
“Biçare kedicik. İşte efendim, o da bir nevi meczup” derdi. Beylerbeyi’nde başka bir yalıda kaldıkları yaz Kehkeşan salonun penceresinden Boğaz’a düşerek hayata veda etti.
Tesadüfen bu tatsız hadisenin ertesi günü annemle yalıya yaptığımız ziyaret de âdeta bir taziye ziyaretine dönüşmüştü.
Çocukluktan çıktıkça Ekrem Hakkı Bey’in, kaybolmakta olan bir dünyanın son temsilcilerinden olduğunu idrak ettim ve Münevver Ayaşlı’nın kendisi için söylediklerini daha iyi kavramaya başladım.
Daha sonra,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın son dönem Osmanlı dünyasına dair şu satırlarını okuyunca Ekrem Hakkı Bey’in evinde teneffüs edilen değişik havayı, Osmanlı ve Batı kültürlerinin iç içe geçtiği, bugün maalesef yitirmiş olduğumuz sentezi yarattığını anladım:
“Eski İstanbul bir terkipti.(1) … Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesesi, bu iki mihveri(2) de kendi zaruretleri çarkında döndüren bir iktisadî şartlar bütünü vardı. Bu terkip iki asırdan beri büyük mânasında, hemen her sahada müstahsil(3) olmaktan çıkmış bir içtimaî(4) manzumenin malıydı.
Bu itibarla gerçekte fakir, fakat zevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mazi mirasının son parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirine dayandığı için de zengindi.
Hususî bir yaşayış şekli,
bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanileştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu.
Kazaskerin sırtında İngiliz sofu, hanımının sırtında Lyon kumaşından çarşaf, üst tarafına asılmış Yesarîzade yazması yüzünden Fransız üslûbu konsol, Bohemya işi lamba hep Müslümandı.”(5)
Nitekim Ekrem Hakkı Bey, kaliteli İngiliz kumaşlarından, usta terzilere diktirilmiş elbiseleriyle, siparişle yaptırılmış pabuçları ve hepsi zevkli olan diğer aksesuarlarıyla her zaman son derecede şık bir Osmanlı beyefendisiydi.
Elbisesine uygun renklerde, ince deriden yapılmış özel “ev pabuçları” vardı.
Kendisini bir gün bile terlikle görmedim. Günümüzde muhafazakâr geçinen bazıları gibi onda ne “taşra sofuluğundan” eser vardı, ne de başında fesiyle bir “mazi karikatürü” idi.
Sevdiklerine şaka yapmaktan çok hoşlanırdı. Notre Dame de Sion’dan mezun olduktan sonra üniversitede Romanoloji tahsili yapan ve hali tavrı alafranga olan anneme takılmak için arada “Saffet Hanımefendi: Siz mühtedisiniz(6)” derdi.
Annem de kızmış gibi yaparak
“Aşk olsun beyefendi. Benim ecdadım hep meşâyihten (7) ve ulemâdandır” diye karşı çıkar, bu sefer Ekrem Hakkı Bey gülerek: “Efendim. Ben ecdadınıza bir şey demiyorum. Nur içinde yatsınlar. Sizin için söylüyorum. Mamafih sonunda imana geldiniz elhamdülillah” diye noktalardı.
En az onun kadar şaka seven annem de, 1980’de Balkanlar’a yaptığımız bir gezi sırasında. Selanik’te, aziz ikonasını tasvir eden bir kart satın aldı ve arkasına şunları yazarak Ekrem Hakkı Bey’e yolladı: “Efendim. Bu nurani simaları gördükçe hep sizi hatırlıyoruz…”.
İstanbul’a dönüşümüzü izleyen ilk ziyarette bizi gülerek, elinde o kartla ve anneme şunları söyleyerek karşıladı:
“Ah siz yok musunuz, siz..”. Velhasıl Ekrem Hakkı Bey’in bulunduğu meclisler, memleket meseleleri, eski kültürümüz, sanat, tarih, edebiyat ya da tasavvuf gibi ciddi konular konuşulduğu halde daima neşeli olurdu.
Eski musikimize çok düşkün olan Ekrem Hakkı Bey’in evinde geçirdiğimiz bir geceyi unutamam. Kubbealtı’nda verilen, musikiye dair bir konferansı müteakip akşam yemeğine davet edilmiştik.
Ünlü musiki üstatları, rahmetli udi ve bestekâr Cinuçen Tanrıkorur (ö. 2000), rahmetli neyzen Aka Gündüz Kutbay (ö. 1979) ve tamburi Abdi Coşkun da davetliydi. Her zamanki gibi muhteşem bir yemekten sonra salona geçildi ve geç saatlere kadar eski besteler çalındı.
Mimarlık öğrencisi olduğum yıllarda,
İlhan Hanımefendi’nin başkanlığını yürüttüğü, annemin de mensup olduğu Kubbealtı Cemiyeti’nce düzenlenen bazı gezilere katılmıştık.
Bu gezilerin bence en önemlisi, Ekrem Hakkı Bey’in rehberliğinde, Edirne’deki Osmanlı eserlerini incelemeye yönelik olanıydı. Ekrem Hakkı Bey’den ilk ‘‘derslerimi” o gezide almıştım.
Yapıları gezerken, sıradan bir rehberden çok farklı biçimde, Osmanlı mimarisinin özüne ilişkin, daha sonraki mesleki hayatımda bana yol gösteren tespitlerini aktarıyordu.
Koleksiyonundaki çinileri anlatırken
Üç Şerefeli Cami’nin Osmanlı mimarisinin en önemli yapısı olduğunu, yüz elli yıllık bir hazırlık döneminden sonra, bizim şimdi “klasik” dediğimiz çağı açtığını ve Mimar Sinan’ın doruğa çıkaracağı bu üslubu müjdelediğini bütün teferruatıyla ne kadar güzel anlatmıştı.
Ayrıca hiç unutmam, Selimiye’yi hayran hayran seyreden bizlere Ekrem Hakkı Bey şunları söylemişti: “Bakınız efendim. Osmanlı devrinin en büyük yapısının karşısındayız.
Birçok meslektaşım için Osmanlı mimarisinin şaheseri bu camidir, ama benim gönlüm hep Süleymaniye’den yana olmuştur. Mamafih Selimiye’nin azametini ve güzelliğini de inkâr edemeyiz.
Fakat mühim olan şudur:
Selimiye’nin büyüklüğü altında ezilmiyoruz. Bizi hayran bırakan onun iriliği değil, kitlesindeki ahenk ve nispetlerindeki kusursuzluktur. Bizim mimarimiz, dimdik yükselen, devâsâ kitlesiyle insanı şaşırtan ve ezen “şeddadî” binadan hoşlanmaz.
Dikkat buyurun, kitle yükseldikçe kademe kademe geriye çekiliyor ve Allah’ın mutlak birliğini terennüm edercesine, tek bir noktada, merkezi kubbenin aleminde nihayet buluyor.
Ayrıca, binayı teşkil eden unsurların hiçbirisi gözü oyalasın veya süs olsun diye oraya konmamıştır. Hepsinin binanın statiğiyle alakalı bir vazifesi vardır.
Fakat aynı zamanda mimarinin ahengine, estetik ifadesine katkıda bulunurlar.
Tezyinat(8) cephelerde yok denecek kadar azdır, içeride de asgari seviyededir. İşte bunlar, Osmanlı mimarisini, hem Garp’taki hem de İslâm dünyasındaki muasırlarından(9) ayıran, ona şahsiyetini veren temel hususiyetlerdir. Bunlar bilinmez ise, Osmanlı mimarisini derinliğine anlamak asla mümkün değildir”.
E. Hakkı Ayverdi mesleki hayatımda, hocalarımın yanı sıra, yayınlarından başka, sohbetlerinden de çok şey öğrendiğim insanlar arasında yer alır. Mesela günümüzde “1. Ulusal Mimarlık” olarak anılan, E. Hakkı Bey kuşağının ise “Milli Mimari” olarak adlandırdığı akıma dair şunları söylediğini hatırlıyorum:
“Kemâleddin Bey ile Vedad Bey şüphesiz istidatlı ve hüsnüniyet sahibi mimarlardı.
Mimarimizi, 19. asırda içine düştüğü karışıklıktan çıkartıp asli hüviyetine döndürmeyi istediler. Fakat maalesef Osmanlı mimarisinin ruhuna nüfuz edemeyip şekle takıldılar, cephelere sivri kemer, mukarnaslı Evinde başlık ve firuze çini yerleştirmekle iktifa ettiler. Bu çıkmaz yolun da kısa zamanda sonu geldi”.
Fakat Ekrem Hakkı Bey asıl, 1976’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde, hocam Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın başkanı olduğu Türk ve İslam Sanatı Kürsüsüne asistan olmam ve ardından İstanbul’daki tekkelerin mimari özelliklerini ele alan bir doktora tezi yapmaya başlamamla, kadim aile dostu olmanın yanı sıra, benim için çok önemli bir “rehber” olmuştu.
Yakın dostu M. Uğur Derman hatıralarında Ekrem Hakkı Bey’in,
bütün vaktini mimarlık tarihi eserlerini yazmaya vakfettiğini, çok sevdiği koleksiyonunu bile uzun süre ziyaret etmeye zaman bulamadığını nakleder.(10)
Bu kadar meşgul bir insanın, torunu yaşında olan ve henüz meslek hayatının başında bulunan benimle çalışma odasında saatler geçirmesi, üzerinde çalıştığı konulara yönelen gençlere ne kadar önem verdiğini gösterir.
Kendi arşivinden İstanbul tekkeleriyle ilgili bazı belgeleri,
henüz Osmanlıcayı doğru dürüst okuyamayan bana dikte eder, ayrıca bu yapılar üzerinde çalışırken nelere dikkat etmem gerektiğini belirtir, çoğu mütevazı binalar olan tekkelere,
sırf maddi varlıkları açısından yaklaşırsam Osmanlı mimarisi tarihine çok önemli bir katkı sağlayamayacağımı, ancak onları yaratan kültür ortamı içinde değerlendirerek anlamlandırabilirsem önemli bir çalışma meydana getireceğimi söylerdi.
Sanat Tarihi Bölümü’nde erken dönem
Osmanlı mimarisi derslerini vermeye başladığımda E. Hakkı Ayverdi’nin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih döneminin sonuna kadar (1300-1481) uzanan süreyi kapsayan muhteşem külliyatı devamlı başvurduğum en önemli kaynak oldu.
Bu vesileyle onun Osmanlı mimarisinin doğuşunu izleyen gelişim safhalarına dair tespitleri ve görüşlerini daha ayrıntılı olarak incelemek fırsatını elde ettim.
Bu meyanda, mühendis-mimar olmanın yanı sıra, uzun yıllar farklı türde birçok Osmanlı eserini restore etmiş olmaktan kaynaklanan zengin birikimi sayesinde, E. Hakkı Ayverdi’nin yapıları tahlil ederken mimari kurguyu dikkate alması da benim için aydınlatıcı oldu ve sanat tarihi literatüründe sıkça rastlanan, biçime ve üsluba dayalı değerlendirmeleri strüktürün gereği açısından sorgulamamı sağladı.
Ekrem Hakkı Bey çok verimli bir ömür sürdükten sonra
geriye Osmanlı mimarisi araştırmalarına çok büyük katkıda bulunan bir külliyat ile hat sanatı başta olmak üzere, Osmanlı el sanatlarının en seçkin örneklerini içeren muhteşem bir koleksiyon bıraktı.
Eserleri benim kuşağıma olduğu gibi, eminim bizden sonra gelecek kuşaklara da ışık tutacak. Gel gelelim, kendisini tanıma şansına sahip olanlar, onun evinde geçirdikleri zamanı ve asıl beyefendinin öğretici ve nükteli sohbetini hep özleyecekler.
* M. Baha Tanman, “Tanıdığım Ekrem Hakkı Ayverdi” Ekrem Hakkı Ayverdi 1899- 1984: Mimarlık Tarihçisi, Restoratör, Koleksiyoner (Editör: M. Baha Tanman), İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2014.
Notlar
- Terkip: Sentez.
- Mihver: Eksen.
- Müstahsil: Üretici.
- İçtimaî: Toplumsal.
- A. Hamdi Tanpınar. Beş Şehir. İstanbul, 2010, s. 125-126.
- Mühtedi: Sonradan Müslüman olan gayrimüslim.
- Meşâyih: Sufi şeyhleri.
- Tezyinat: Süsleme.
- Muasır: Çağdaş.
- M. Uğur Derman. “ ‘Büyük Reis’ Şânındandır”, Ömrümün Bereketi: 1, yay. Kubbealtı, İstanbul, 2011, s. 243.