Perşembe, Haziran 19, 2025
Ana SayfaMakalelerMisâfir OdasıTaşa Vurulan Peygamber Kelâmı Peşinde Bir Ömür

Taşa Vurulan Peygamber Kelâmı Peşinde Bir Ömür

Gürol PEHLİVAN*

Liseyi yeni bitirmiştim. İzmir’de bulunan Akademi Kitabevi’ne çırak olarak girdiğimin ilk haftalarında İzmir Kitap Fuarı’na katılmıştık: Sene 1993. Bu fuarın bünyesindeki bir program da çeşitli konferansların verilmesiydi.

Bu konferanslardan birinde yine, her zamanki gibi, salon dolmamış ve konuşmacıya ayıp olmaması için biz kitabevinde çalışanlar, “kalabalık yapalım” diye, muhtelif sandalyelere dağılmıştık. Kendisini ilk defa orada konuşmacı olarak gördüm.

Târih tam olarak 25 Aralık 1993 idi.

Konu neydi hatırlamıyorum; ama üzerine basa basa “Bu bilgiyi her yerde bulamazsınız: Mahrûse, sursuz askerle korunan yerler, mesela Mahrûse-i Dülük; mahmiye ise surla çevrili olan yerlerdir, meselâ Mahmiye-i Diyarbekir gibi” dediğini hiç unutmam.

“Hacı Veyiszâde’nin talebelerindenmiş”, “çocuk yaşında Antalya’dan Konya’ya okumaya gitmiş” gibi bilgilerin, adı etrafında dolaştığı ve etrafta hürmetle anılan bu kişi; Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Hadis hocalığı yapan Prof. Dr. Ali Yardım idi.

Esasen Bornova’da olan kitabevine, Hatay semtindeki İlâhiyat Fakültesi hocaları pek uğramazlardı. Onları ancak ilmî toplantılarda görme imkânımız olurdu.

Sonra ben Ankara’lara gittim ve o muhitle bağlantım uzun süre koptu.

Ne zaman ki Manisa’da göreve başladım, bir anlamda Ali Hoca’lı zamanlar da başladı. Bir iki defa Aydınlar Ocağı’nın dâvetlisi olarak Manisa’ya gelmişti, kısa süre de olsa dinleme fırsatına sâhip olduk.

Ancak Ali Hoca’yla asıl tanışmam, Manisa’daki Hafsa Sultan Külliyesi’nde bulunan Dârü’ş-şifâ’nın kitâbesinin altın ile varaklanması sâyesindedir. Bu binâ, benim de ek görev ile çalıştığım, Celâl Bayar Üniversitesi Manisa Yöresi Türk Târih ve Kültürünü Araştırma Merkezi’nin bulunduğu mekândı.

Müdürü de o vakit Emrehan Küey idi (o da Ali Hoca’dan yaklaşık 80 gün sonra 13 Mart 2006 tarihinde vefat etti).

Bu, hizmet aşkıyla dolu insan, Ali Hoca’yı Manisa’ya getirmiş ve ona çalışması için sonuna kadar destek vermiştir. Manisa ve Türk kültürü için son nefesine kadar çalışan Emrehan Ağabey’i buraya sıkıştırmak mümkün değil. O yüzden onunla ilgili hâtıraları bir başka yazıya bırakmak elzem.

Ancak şu kadarını ifade edeyim ki Ali Hoca ile Emrehan Ağabey’in işbirliği olmasaydı, bugün Manisa’da yapılan bu çalışmaların hiçbiri vücûda gelmezdi. Ali Hoca işin ilmî yönüyle ilgiliyken, Emrehan Ağabey teşkilâtlanma işlerini hâllediyordu ki bu, onu tanıyanların pek güzel bildiği bir husûsiyetiydi.

Dârü’ş-şifâ’nın kitâbesi oldukça istifli bir tarzda yazılmıştı.

Hoca, Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Arş. Gör. Özkan Birim Bey’le birlikte önce kitâbenin zemininin ne renk olacağını mütalaa etti -ki vardıkları karar, binânın rengine de uyan kiremit rengiydi. Özkan Bey kurulan iskeleye çıktı ve kitâbeyi toz topraktan arındırmak için fırçaladı.

Ortalık cehennemi andıran bir sıcaklıkla kavrulurken, Özkan Bey neredeyse tozdan nefes bile alamazken, Ali Hoca yanından bir an bile ayrılmıyor, böylece o sıkıntıya ortak oluyordu.
Bu esnâda kitâbenin daha evvelki zemin renginin de aynen mütalaa ettikleri gibi olduğu ortaya çıktı.

Özkan Bey bunu Ali Hoca’ya söylediğinde, Ali Hoca’nın “Efendim, aklın yolu bir” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Ardından da İstanbul’da tarihî her binanın kitâbesinin yeşile boyandığını söylemiş; halbuki bu işte kullanılan tonda bir yeşilin klâsik devirde görülmediğinin altını çizmişti.

Temizliğin ardından kitâbenin estampajı alındı ve o andan itibaren Ali Hoca başka hiçbir şeyle ilgilenmez oldu.

Bir yandan yazının istifini inceliyor bir yandan da bizlere kitâbe yazımıyla ilgili bazı bilgiler veriyordu. Söylediklerini en basit şekilde özetlersem: Bir kitâbeyi okumak ve anlamlandırmak için o yazıyı ve dili bilmenin yetmeyeceği, kitâbe yazma sanatına da vâkıf olmak gerektiği idi.

Biz bunlarla ilgiliyken Özkan Bey toprak boyayı kitâbeye sürmüş, kuruduktan sonra da harflerin üzerine yapıştırıcı çekmişti. Ardından altınla varaklama işi başladı. Bir kâğıt tabakada bulunan ince altın yavaş yavaş yazılara yapıştırılıyor ve hat, kiremit rengi zemin üzerinde belirginleşiyordu.

Prof. Dr. Ali Yardım

İş bittiğinde altın varakların yazılardan taşan uçları, esintinin tesiriyle, pır pır ederek yaldır yaldır yanıyordu.

Yapıştırıcının kuruması için gereken bir saatlik bir beklemenin ardından kitâbe fırçalanıp fazlalıklar temizlenince, hat bütün güzelliğiyle ortaya çıktı.

Son düzeltmelerin ardından iş bitmiş ve Ali Hoca, Özkan Bey’e tebrik ve teşvik edici sözler söylemeyi unutmamıştı ki ben, bunu hep yaptığını daha sonra da müşahede ettim.

Bu bir başlangıçtı.

Ardından Hacı Ivaz Paşa Câmii’nin kitâbesi geldi ki bu kitâbenin metni tam bir demir leblebi idi ve şimdiye kadar ne İsmail Hakkı Uzunçarşılı ne İ.Aydın Yüksel ne de başka biri tarafından tam olarak okunabilmişti.

Bu kitâbenin varaklanmasında bulunmadım, ama birkaç ay sonra Hoca’nın bu kitâbe ile ilgili konuşmasını dinleme şerefine eriştim. Burada “şeref” kelimesini boşuna kullanmıyorum; çünkü Hoca’nın o konuyu ele alışını gözlemlemek başlı başına bir vak’aydı.

Konuşmadan bir iki saat önce Hoca ve Özkan Bey, Hafsa Sultan Dârü’ş-şifâsı’nda bu işe tahsis edilmiş salonunun duvarlarına büyük aydınger kâğıtları asmaya başlamışlardı.

İş sonradan anlaşıldı.

Meğer Ali Hoca, kitâbe çok girift olduğundan, alınan estampajı yeterli görmemiş, Özkan Bey’e kitâbenin her satırını aydıngere, süslemelerden azade bir şekilde, yeniden çizdirmişti.

Böylece gözü yoran ve kafa karıştıran süslemeler olmaksızın metni fakültedeki odasına asmış ve her gün bu kitâbeyi gözü önünden ayırmamıştı.

Salona da bunları getirmiş ve duvarlara tek tek astırmıştı. Bu sayede konuşma, kitâbe ilmi üzerine bir yöntem dersi şekline girdi. Ayrıca Hoca, çalışmalarında Özkan Bey’in ne önemde olduğunu bir kez daha, bu sefer çalışmanın “mutfağını” bize tanıtarak tebârüz ettirdi.

Bu kitâbenin sadece bir satırını okuyamamıştı ki bu şimdiye kadar yapılanların çok üstünde bir başarıydı.

Hattâ bu satırı da çözmüş, ancak emîn olmadığı için bize bildirmekten imtinâ etmişti. Ona göre ilim, kesinliğinden emin olunan bilgiydi.

Hoca, daha sonra Borsa kahvesinin kitâbesine el attı. Buradaki kitâbenin maalesef sâdece üst orta satırı yapılabildi.

Buradaki çalışma esnasında yanında bulunamadım.

Hoca’nın Manisa’da üzerinde çalıştığı son yer Hafsa Sultan Külliyesi idi. Daha önce Dârü’ş-şifa’nın kitâbesi varaklandığından bu külliyeye öncelik vermiş, hem Sultan Câmii’nin hem de hamamın kitâbelerini okuyup varaklamışlardı.

Sultan Câmii’nin sadece yapım kitâbesini değil, taç kapı, minber, mihrab hatlarını da varaklamışlardı. Bu arada adı geçen hamamın kitâbesinin de yanlış okunduğunu ve dolayısıyla hatâlı anlamlandırıldığını da tespit etmişlerdi.

Bu çalışmalarda, aziz dost Mehmet Ersal’la birlikte, yanlarındaydık.

Hoca’nın Prof.Dr. Ayşe Üstün Hanımefendi, Özkan Bey ve bizimle karpuz, peynir, ekmek yiyerek bütün gün nasıl çalıştığını, yüzbinlerce dolar proje parası alarak çalışan ve hiçbir şey üretmeyenlere anlatmak elbette imkansız; fakat bu satırların muhâtabı da onlar değil zaten.

Akşam olmuş, câmi cemaatı yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı ki o sırada Manisa’da bulunan mütedeyyin Manisa milletvekillerinden biri, namaz kılmak için, yanımızdan geçerek câmiye girdi ve namazdan sonra da çıktı.

Manisa’nın dertleriyle, kültürüyle alâkadar olması gereken bu kişi; “ne yapıyorsunuz” bile dememiş ve selâm dahi vermeden çekip gitmişti.

Biz çok üzülmüş bir hâldeyken; Ali Hoca, yılların verdiği tecrübeyle, hâdisenin üzerinde fazla durmamış ve işine devâm etmişti. Bu durum, onun pek çok yerde yaşadığı kayıtsızlıklara sâdece bir örnekti ve belki de en ehemmiyetsiziydi.

Vefâtının (2 Ocak 2006) ertesi günü yapılan cenâze töreninde bulunamadım; çünkü uzak bir ilçede derslerim vardı. Kendisini fakültesinde yapılan bir töreni müteakiben doğduğu yer olan Antalya’nın Alanya ilçesine bağlı Oba köyüne defnettiler.

Hoca hadis profesörü idi; fakat değişik bir çalışma sistemi vardı.

“Mesnevî’deki Hadisler” doktora teziydi. Bu çalışma esnâsında bu eserdeki hadislerin bazılarının kaynağını bir türlü bulamıyor; bir gün yazmalar üzerine çalışırken bir risâle ile karşılaşıyor ve bulamadığı hadislerin bu risâlede kayıtlı olduğunu görüyor.

Bu risâle, Kuzaî adlı bir muhaddisin Şihâbü’l-Ahbar isimli eseridir. Daha da ilgi çekici olanı, Anadolu’da yaptığı gezilerde bu hadisleri Selçuklu devrine âit çeşitli binâların üzerinde de görüyor ve böylece yirmi beş yıl süren serüven başlıyor.

Anadolu’da gezmediği görmediği Selçuklu eseri yok gibiydi.

Bunların duvarlarındaki hadis metinlerini okumuş ve daha sonra neşrettiği Şihâbü’l-Ahbar’ın hadislerinin altına, bu hadisin Anadolu’da hangi eserde görüldüğünü kayd etmiştir.

Böylece sanat tarihçilerinin ıskalamakta direndikleri bir hususa, bu eserlerin yapılmasının ardında yatan prensip ve ülküye dikkatleri çekiyordu.

Alanya, Amasya, Kastamonu gibi pek çok yerde çalıştı.

Bu çalışmalar hep yaz tatili “tatil” edilerek yapıldı.

Bu çalışmalardan üç eser çıktı: Alanya Kitâbeleri (Tesbit, Tescil, Tasnif ve Değerlendirme) , Amasya Kaya Kitâbesi (Bâyezid Paşa İmâreti Vakfiyesi), Amasya Burmalı Minâre Câmii Kitâbeleri. Hoca yaşasaydı Manisa kitâbelerini de hazırlayacaktı.

Hocanın hadis vâdisinde boş durduğunu kimse zannetmesin.

Peygamberimizin Şemâili” isimli eseri, 20.yüzyılda telif edilmiş yegâne şemâil kitabıdır ve bu türün yazımına yeni bir boyut getirmiştir.

Bu alan ile ilgili diğer çalışmalarını ehline bırakarak, onun bu vâdide bitirdiği; ama henüz yayımlanmamış eseri “Sâmiha Ayverdi’de Hadis Kültürü”nün de en kısa zamanda neşredilmesini arzu ediyoruz ve tabiî “Hâtıralar”ının da. Bu arada “türbe-yatır ziyâretleri” üzerine hazırladığı ve bize bitmek üzere olduğunu söylediği çalışmasının tamamlanması da talebelerinin üzerine düşen bir vazifedir.

Hacı Veyiszâde’nin talebesi Alicik, bu dünyâdaki hayâtı sona erdiğinde Prof. Dr. Ali Yardım idi; ama en önemlisi O, bağlandığı kapının tam bir eriydi.

Ve er olmanın gereğini hakkıyla ifâ etti.

[1] •Bu yazıyı yazmamda İsmail Kara’nın “Ölülerimizi Anmak! Ama Nasıl?” (Amel Defteri, İstanbul 1998, s.247-250) yazısı etkili oldu, bu vesile ile bana “vefâ yokuşu”nu hatırlattığı için teşekkür ederim.

•Bu yazı daha önce Aprınçor Edebiyat ve Düşünce Dergisinin Ocak 2008 tarihli 1. sayısında neşredilmiştir.

*Celal Bayar Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
[2] Bu konuşmanın metni, makale haline getirilerek yayımlanmıştır. Ali Yardım, “Manisa İvaz Paşa Camii Tamir Kitabesi”, Manisa Dergisi, nr.29, Haziran 2005, s.3-8.

[3] Damla Yayınevi, İstanbul 1999, 344 + 165 (tıpkıbasım) sayfa.

[4] İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 2002, 534 sayfa.

[5] T.C. Amasya Valiliği Yayınları, Ankara 2004, 157 sayfa.

[6] T.C. Amasya Valiliği Yayınları, Ankara 2004, 204 sayfa.

[7] Damla Yayınevi, İstanbul 1997, 560 sayfa.

Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!