Dede Korkut’la ilgili bâzı kaynaklara bakıldığında, O’nun şahsiyeti; kimliği, kişiliği hakkında şuna benzer değerlendirmelere sık rastlıyoruz:
“Dede Korkut denilince karşımıza iki türlü kişilik çıkmaktadır.
Bunlardan birisi, O’nun (kutsal kişiliği), diğeri ise (bilge kişiliği)dir.”
Hâlbuki, böyle bir tesbit hiç de ciddî görünmüyor. Ne yazık ve ibret vericidir ki; üstte özetlemeye çalıştığımız anlayış bizim kültür geleneğimize yabancı olan kendi insanlarımız tarafından benimsenmekte ve yazılıp çizilmektedir. Hiçbir sosyolojik ve ilmî dayanağı olmayan bu düşünceyi bir sualle açıklamaya çalışalım:
Meselâ, Hazret-i Mevlânâ’nın ön plâna çıkan özelliği (kutsal kişiliği midir), yoksa (bilge kişiliği) mi?
Bize göre Mevlânâ’nın asıl vasfı “Bilge bir şahsiyet” oluşudur; diğer bütün öne çıkardığımız özellikler, biz insanların kavrayıp fark edebildikleri veçheleridir ve “Kutsal kişiliği” de bilgeliğinin, yâni “gerçek insan” oluşunun içinde barınmaktadır.
Bu, her âbide şahsiyet için geçerli bir prensiptir.
Bu noktada şöyle bir îtirazla karşılaşma ihtimâli elbette yüksektir:
“-Dede Korkut, asıl sâhibi millet vicdânı olan bir destanın müellifidir. Mevlânâ ve benzeri şahsiyetlerle O’nu aynı kategoride mütâlâa etmek nasıl mümkün olabilir?”
Peki ama, destan müellifleriyle diğerleri arasındaki fark nedir?
Merhum Prof.Dr. Muharrem Ergin, günümüz Türkçesi ile hazırladığı büyük eserinin önsözünde şöyle diyor:
(İhtiyar Dede Korkut Oğuzların akıl hocası, ozanlar pîri, kerâmet sâhibi ve her destanın cereyanından sonra onu ilk tertip, tanzim ve nazmettiği kabûl edilen bir nevî müellif durumundadır.)
Demek ki; akıl hocalığı, ozanlar pîri, kerâmet sâhibi ve müelliflik vasıfları sebebiyle toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilen Dede Korkut ile Mevlânâ ve benzeri şahsiyetler arasında hiçbir fark yoktur.
Eğer herhangi bir farkın varlığını iddiâ edenler varsa, bunlar;
1-Ya Türk destanlarını masal ve hikâye zannetmek gibi bir cehlin sâhibidirler,
2-Veyâ Müslüman Türk Milletinin terbiye sistemiyle sosyolojik gerçeklerden haberdâr değillerdir.
Hazret-i Mevlânâ’nın bir destanı, insana insan olmanın hakîkatini hatırlatan Mesnevî’si ise, “Aşkın Destânı” diyebileceğimiz bir diğer destânı da “Dîvân-ı Kebîridir.”
Dede Korkut Destanı’ndaki yiğitlik, kadına hürmet, Hakan’a ve devlete sadâkat, verilen sözü yerine getirmek ve sevginin baş tâcı oluşuyla cehâletin ayıplanması gibi ana unsurlar rastgele ve boşuna mı yerleştirilmiş, gelişi güzel mi tekrarlanıp durulmuştur?
Aslâ!
O hâlde ferd ve toplum plânında insanlara ahlâkî güzellik, yâni yücelik kazandırmaya, bâzı millî ve mânevî idealleri benimsemeleri için onları yoğurmaya kendini adamış bilge kişiler, dâimâ aynı prensipler üzerinde durmuşlardır. Bu, onların ortak vasfıdır.
Hattâ bunlar, hangi kültür ve ırktan; hangi dinden olursa olsun, her bilge kişinin öğütleridir ve bütün insanlık âlemi için geçerli olan ortak vasıflardır. Demek ki, bilge kişiler, yâni olgun insanlar; kısaca “hikmet sâhipleri” aynı zamanda kendilerine halk tarafından kutsallık izâfe edilen şahsiyetlerdir ki; bu yakıştırma kaçınılmazdır.
Zîra onların kutsallığı, sâhip oldukları üstün ahlâkî değerler ve büyük insan kalabalıklarının bilemedikleri gerçekleri biliyor olmalarından kaynaklanmaktadır. (Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) mealindeki İlâhî buyruğun mü’minleri, bilge kişilerin kutsallığına da gönülden inanmışsa, neden tuhaf karşılansın?
Bu noktada, Millî destanların vasıflarını 12 maddede sıralayan Prof. Muharrem Ergin’i dinleyelim:
(…..Millî destanın üçüncü vasfı büyük bir kahramanlık menkîbesi olmasıdır. Onda kahramanlık rûhu en yüksek insanî vasıf olarak işlenir. Dede Korkut’ta da tabiî bu şekilde büyük bir kahramanlık hikâyesi ile karşı karşıya kalır, Türklerin alp insan tipinin davranışlarının en yükseğini görürüz.
Aynı mânâya «alıp», «yiğit», »eren» gibi kelimeler eserde en çok geçen, en mûteber kelimelerdir, «eren» kelimesi Dede Korkut’ta henüz dinî bir mânâya bürünmemiştir.)
Demek ki Dede Korkut’un “kişiliği ve kimliği” değilse bile, üstlendiği vazîfe, oynadığı rol, apaçık ortadadır. Kısaca ifâde etmek gerekirse Müslüman Türk dünyâsını asırlar boyu mayalayıp şekillendiren; beşeri, insan hâline getirip topluma gerekli dinamizmi aşılayan “erenlerin”; “rehber” ve “yol göstericilerin” hemen bütün özelliklerini taşıyan Dede Korkut, mürşitlerden bir mürşittir.
Yâni, Türk milletinin müşterek dehâsı O’nu böyle ulvî bir mevkî’e koymuş; Dede Korkut’u daha sonraki dönemlerin mürşitleriyle bir tutmuş, O’nu o gözle görmüştür.
O’nun adını taşıyan eldeki 12 adet destan incelendiğinde;
yeni doğan çocuklara neden hep Dede Korkut’tan isim koyması istendiği, kız istemeğe neden hep O’nun gönderildiği, her önemli karâra âit toplantıyı Dede Korkut’un duâsıyla açıp, gene duâyla O’nun kapattığı; hele hele bütün hikâyelerin temel unsuru olan kadının en yüksek mevkî’e oturtulduğu gibi hususların, daha sonraki çağların Müslüman Türk toplumunda kimler tarafından nasıl uygulandığı, öyle net ve o derece ayan beyan bir gerçektir ki; bu rolü o dönemlerde bu sefer de Allah Dostu “Velîler”in üstlendiği görülür.
Müslüman Türk yaşayışının nirengi noktasını teşkîl eden bu gerçeği bilmeyenler, tasavvufî hayattan ve bu sosyal mekanizmanın işleyiş tarzından habersiz bulunanların Dede Korkut’un kimliğinden ve kişiliğinden bizlere sağlıklı haber vermesi de; mes’eleye doğru teşhis koyması da beklenemez.
Dede Korkut’u, tasavvuf geleneğimiz ve Hazret-i Mevlânâ noktasından bakarak incelemek, günümüz Türkiye’sinin ve “Ne mutlu Türküm!” diyenlerin ihtiyaçları bakımından son derece önemlidir. Hattâ bu, başlı başına bir tez konusu olmalıdır.
Rıza Tekin Uğurel