KOLTUK, eski zaman düğünlerinin en mühim hâdisesi, temâşâsı, atraksiyonu idi.
Düğünü bir eğlence vesîlesi addedenler, koltuğu dört gözle beklerlerdi.
Gelin, sabahtan tellenip duvaklanarak, yüzünün yapıştırmaları ile köşeye oturur, kendini, erkenden damlayan bildik, yabancı bilumum kadın seyircilere teşhir ederdi.
Fakat halkın sabırsızlıkla beklediği şey, koltuktu. Bu da güveyin, gelin evine gelmesine bağlı idi.
Koltuğun yapılacağı saati âilenin en hatırlı rüknüne veyâ dostuna danışıp ona göre tâyin ederlerdi.
Hattâ muayyen zamanda o zât bulunmaz, geç gelirse, koltuğun bir ikinci defâ yapılması hatırnüvazlık/hatır yapmak, hatırını hoşlamak/ îcaplarındandı.
O sabah güveylik traşını merâsimle berberde olan dâmat, yeni urbalarını giyer, babasının, kardeşinin en yakın akraba veya arkadaşının refâkatinde bir paytona biner, hangi saatte bekleniyorsa, o vakit düğün evine giderdi.
Bu hususta istîcâl göstermeyip/acele etmeyip, kendini biraz bekletmek, naza çekmek, erkeklik vakar ve haysiyetinin lâzimelerinden/gereklerinden sayılırdı.
Dâmat beyi pencereden gözetlemeye memur kadınlar:
-Güvey geliyor!
Diye hemen yukarıya seğirtirler, geline ve odalarla sofaları dolduran kalabalığa haber verirlerdi.
Bunun üzerine gelin hanım aşağıya iner, merdiven ayaklarına, alt kata, avluya yığılmış, üstüste binmiş kadınların arasından zorlukla geçer, kocasını karşılardı. Her ikisinin birbirleriyle ilk defa karşılaşmaları bu sûretle vukû bulurdu.
Lâkin, bu esnâda bile gelinin duvaklı yüzünü görmez, ancak boyunu, posunu, endâmını müşâhede edebilirdi.
Birer karşılıklı temennâ… müteakiben güvey geline sol kolunu uzatır, o da uzatılan kola girer, birlikte merdivenlerden çıkmaya başlarlardı.
O sırada düğün evi bir ana-baba günü manzarası alırdı. Tuvaletli başlarının üzerine lâf olsun diye birer incecik ve ufacık ipekli mendil örtmek suretiyle dâmata karşı güyâ tesettür eden kadınlar, hep bir ağızdan:
-Allah’ını seven mâşallah desin! Tuh tuh… Kırk bir kere mâşallah!.. Tebârekallah! Rabbim nazardan saklasın! Dirlik düzenlik versin! Bir yastıkta kocayın inşallah!
Diye bağrışırlar, bir yandan da güveyin, kaynanaların, kaynataların avuç avuç,
gelinin başı üzerinden savurdukları çil paraları kapışmak için yerlere, merdiven basamaklarına, sofalara, taşlığa kapanırlardı.
Bu hemgâmede ezilenlerin, üstü başı yırtılanların, kafası gözü berelenen, kolu bacağı incinen çoluk çocuğun da çığlıkları ayyuka çıkar, bir kıyâmettir kopardı.
Bâzan hatırlı birisinin ricâsı reddedilemez, bu koltuk merâsimi, yâni bu kolkola merdivenlerden çıkış; bir hattâ iki defa tekrarlanırdı.
Güveyle gelin yukarı kata çıkınca doğru gelin odasına giderler, gelin hanım kendi tahtın geçer, oturur…Yanı başında önceden hazırlanmış sandalyeye de dâmat bey ilişirdi.
Aralarındaki ilk hakîkî mülâkat işte burada olurdu.
Güvey, zevcesinin duvağını açar, siftah yüzünü görürdü. Artık tarafeynin helecânını tasavvur edin!
Acaba güvey, görmeden kabullendiği gelini beğenecek mi?
Acaba güvey gerçekten, resminde göründüğü gibi mi? Yoksa, konuşunca alımından kayıp mı ediyor?
Orada, dakikalarca ağız açmadan, göz ucuyla birbirlerini tecessüs ederler, edindikleri intibâı kendi içlerine sindirmeye çalışırlardı.
Gelin de güvey de bu ilk mülâkatın doğurduğu tabîi sıkılganlıkla ezilir, büzülür, ter dökerler ve onların bu mahcubiyetini, kapı aralığından gözetlenmekte olmak hissi daha da arttırırdı.
Nihâyet, zâhir erkek olduğu için daha cesâretliş olan güvey, cebinden “yüz görümlüğü” tâbir edilen hediyesini çıkarır, verir ve havâî bir konuşma zemîni hazırlardı.
Birbirini ilk defa gören ve o günden îtibâren birdenbire içli dışlı insanlar ne konuşabilirler? Fazla olarak heyecanı, yorgunluğu da hesaba katın!..
Bittabiî malayânî…
-Âfiyettesiniz inşallah?
-Teşekkür ederim efem!
-Hava da oldukça sıcak…Yağmur sıkıntısı var.
–………………..
-Yetişemeyeceğim diye korktum.
-(İstifhamlı bir bakış…)
-Paşa Baba’ma uğradım, beni alıkoydu.
-Öyle mi efem?
Bu kadarcık kâfi. Dışarıda sabırsızlanıyorlar. Kadın kalabalığı ve bilhassa sonradan gelenler dâmat beyi görmek istiyorlar. Hele koltuk esnâsında para serpintisinden pay alamayanlar…
Güvey, karısına vedâ ettikten sonra, odadan bu defa yalnız olarak çıkardı.
Dışarıda adım atmak ne mümkün? Yaşlı, tâze, çoluk çocuk… O mahşer gibi kalabalık, bütün geçitleri tutmuş. Kimi arsız, kimi hasut, mütecessis nazarlar hep güveyin üstünda.
Onun bir tebessümünden, bir işmizâzından, çehresini aydın veya somurtkan oluşundan, zevcesini beğenip beğenmediğini, memnun olup olmadığı hakkında ahkâm çıkaracak ve ona göre, gelecek mahalle toplantılarında dedikodu yapacaklar.
Bîçâre güvey hem kendine yol açmak, hem de bu rahatsız edici bakışları kendi üzerinden uzaklaştırmak kaygusu ile elini ceplerine bir daha sokar, ihtiyaten saklamış olduğu paraları da serperdi…
-Şarrr!..
Tekrardan yerlere kapanan kapanana! Feryatlar.
-Kız, vallâhi hepsini sen topladın.
-A,a…Üstüme iyilik sağlık! İki taneden ziyâde aldımsa gözüme dizime dursun!
-Heyy! Yepyeni entârim gitti… Ayağın kırılsın!
-Çenen tutulsun, ne vardı üstüme abanacak?
-Elbette abanırım. Gelin parası bereket parası! Tâ Dizdâriye’den geldim, bir tanecik olsun alıp da kesemin dibine dikmeyeyim mi?
Bu hem gülünç hem de çirkin münâkaşalar edile dursun, fırsattan istifâde eden güvey, sokak kapısından dışarıya kapağı atar ve temiz havaya, tenhalığa kavuşur kavuşmaz, kendine gelirdi.
Düğün evinde zavallı gelin, ağır elbiselerinin içinde, muhtelif duygularla kendisine bakan sayısız nazarların karşısında, teşhir cezasına çarptırılmış bir eski zaman suçlusu gibi akşamı ve akşamla berâber halâsını/kurtuluşunu/ bekleyedursun!..
(*)Yedigün Neşriyatı. (Yayın târihi belirtilmeyen ve yazarı zikredilmeyen, fakat en az yetmiş yıl once yayınlanmış Dünden Hâtıralar isimli bu kitapçıktaki makaleler Ercüment Ekrem’e âittir. Yazıları süsleyen resimleri ise Münif Fehim çizmiştir.)