Çok sevgili Höst Enişte!
Bu sıralar benimle haberleşmeler, inişte! Bir türlü ses vermiyorsun; bizimse, hep kulaklar kirişte. Bir tuhaflık var bu işde… Sabrederken, sıkmaktan dolayı ne dudakta hayır kaldı, ne dişte! Durum böyle böyleyken, gene de o kıramadığım hatırın için hatırını sormaktan kendimi alamıyorum: nasılsın?
Bu sefer burnun Kandil’deki fosseptik çukuruna kısılsın! Yoksa bize gücendin mi? Kırılıp gücendin de o yüzden cevap yazmıyorsan, ben senin ölüne tüküreyim; yuf olsun! Darılacak ne var bunda? Şunun şurasında, eniştemiz “âkil adam” diyerek, sana akıl danışıyoruz; bize bir yol göster; yol haritanı önümüze ser! Nereye nasıl gideceğimizi bilelim üçer beşer. Ne olsa, beşer şaşar!
Bizden yana sual edecek olursan, iyiyiz; büyüklerimize –Allah başımızdan eksik etsin- ganî ganî duâcıyız. Geçinip gidiyoruz, kâh tatlı kâh acıyız; Allah sizin acınızı göstermesin, biz nasıl olsa acıların insanıyız.
Tatlı bir şey yesek, ağzımızın içi nışadır yalamışa dönüyor… iç açıcı bir işle karşılaşsak vallâhi dengemiz bozuluyor ve şaşırıp kalıyoruz. Acabâ “yeni Türk büyükleri”ne karşı bir yeni kusur-kabahat mi işledik de ülkemizde iyi işler oluyor ve acı yerine tatlıyla karşılaşıyoruz diye kara kara düşünüyoruz. Derken, bizi başka bir keder sarıyor ve:
“Yoksa biz git gide DERİN MİLLET mi oluyoruz?” diyoruz. Öyle ya, devletin bile “derin’ olanı varmış da bizim yeni haberimiz oldu. Pes doğrusu… sen bizim cehâletimize ver bunu!
Demem şu ki Enişte; benim yazmam var da okumam zayıf, eski bir Kazma’m var ama, Balta’m kayıp!
“Yeni Türk Büyükleri” tayfasından gezgin bir profesör var, biliyorsun… ve sen onu çok iyi tanıyorsun; sen de onun gibi aynı çanaktan besleniyorsun.
Şâirimizin:
(Öne,ey Türkmenim,öne…!
Asker çekelim dört yöne,
Vuruşalım döne döne,
Yüzbin kere yemin olsun…!)
Diyen mısrâlarından ilkini -nedense- ciddîye aldık, fakat yanıldık. Neden dersen; Türk’ün öne çıkması istenirken, biz kalkıp gayr-ı Türk olduğunu şu sıralar “keşfeden” türedileri önümüze aldık. Çoğunun soyadına aldandık.
İşte bu “öne” çıkan “bir büyüğümüz” geçen gün: “Durun millet! Benim gene fikrim geldi” deyince, hepimiz sustuk tabiî, ne olsa büyüğümüz. Bekledik, yaptı büyük işini! Bizim gibi değil,” okumuş ve kendini yetiştirmiş” birisi. Evet, sustuk ve kendisini aksırarak, tiksinerek dinledik.
Özetle dediği şu: “Gelin şu İmralı Dilberi’ne paşalık verelim. Kendisini bu rütbeyle Türkbükü’ne gönderelim. Bodrum’un bu köhne, geri kalmış; binbir mahrûmiyet içindeki beldesinde sürünsün nâmussuz ve gününü görsün! Üstüne üstlük katmerli bir cezâ daha ekleyelim; paşa maaşı bağlayıp ona, bekleyelim.”
Biz susup, onu dinledik. O zaman bu zaman inledikçe inledik. Zâten devamlı inletiyor, inletip dinletiyor; çünkü çok akıllı… Zekâ, fışkırıyor. Zîrâ kafa yuvarlak, zekâ da kendiliğinden sivri… bizim gibi değil!
Biz de millet olarak -Türk Milleti demek istiyorum- o konuştukça kasket-fötr ne varsa kafamızda hemen onu çıkarıp, “sen bizim külâhımıza anlat” diye, şapkamıza dinletiyoruz. Adam, sanırsın -hâşâ huzurdan- “Modern Evliyâ Çelebi! “Parti parti, fikir fikir… Gazete gazete, Tivi tivi, durmadan gezip, dönüyor. Çok sık fikri geldiği için, haklı olarak kendini tutamıyor… içini boşaltıyor. Koku mu?
Bu koku, medyanın günlük gıdâsı, Enişte!
Bir cins böcek vardır, bilirsin;-adını burada vermeyeyim, kendi ismini söylediğim hâlde bana belki gücenirsin- Gül kokusu, o böceğin bayılmasına sebep olur ve tutarlar -ayıltmak için- .ok koklatırlar. Kendinden geçen mâlûm böcek, ânında ayılır… artık “kendine” gelmiştir Halk da zâten bu yüzden ona o ismi vermiştir. Bilmem, o kokuyu anlatabildim mi? Cümlenizin bulunduğu koordinatları verebildim mi?
Bu durumda, işte!
Bir sorum var Enişte…
–“Haydi, sor, sor!”
Dediğini duyar gibiyim. Ben senin gözünün yağını yiyeyim. Sözün kısası bu, sualim şu: Sen ki tahsilli adamsın; bizim memleketteki sondan olma, ağızdan dolmalar gibi değil; anadan doğma Avrupalısın! Keşke bir de -aynı zamanda- Amerikalı olsaydın. İyice bayılırdık sana… Yâni akıl da sende, fikir de sende Enişte!
Lâkin bana deme ki: (yeğenim, sizin orada sözünü ettiğin çapta pek çok “âkil adam” var, ne soracaksan onlardan birinin yanına varıp, sor! Onların vereceği akıl, benim alçaklığıma beş basar; ben onların yanında “stajyer şeytan” kalırım… git birine de ki Eniştem’in ziyâde selâmı var!)
Varamadım, varılmıyor, Enişte!
Şimdi biz ne yapalım bu gidişle? Gerçi hayır vardır her işde… Ama Enişte, bu “fırıldak prof”’un çizdiği “yol haritası”na uyarsak, kılavuz-karga mantığından hareketle burnumuzun kurtulmayacağı nesneyi sen çok iyi bilirsin. Geriye kala kala iki harita kalıyor, ilk sırayı Apo’nunki alıyor…
O ise haritasından bahisle: “Benim de önümün açılması lâzım” deyip tafra yapıyor. Haritayla önünün ne ilgisi var, hiç kimse anlamıyor .Bu durumda, başımıza bir de “İmralı Dilberi’nin Cinsel Sorunları İçin Açılım” çıkıyor. Bunu saymazsak, en sona da Amerika’nın çizdiği kalıyor.
Haa, diyorsan ki bunların üçü de birbirinden farksızdır; o zaman içimiz ferahlıyor. Damgalar hepsinde de farklıysa diye sordum, hani?
Ne dedin? Haa, anladım: Şehit ve gaazîlerle onların yakınlarının hâli? Umutları yeni çıkacak bir kanunda… O kanun çıksa da “Türk’lükten pişmanlığın kapsamına” girebilseler bâri. Yoksa Kandil’e kadar gidip gelmeleri gerekecek.
O zaman mı adamdan sayılacağız diyorlar: Böyle yapsak demek ki, ne vâli kovacak kapısından, ne de vâli muâvini. Bu da “niyâzi” sayılmak yâni ki böyledir kibarca gaazîlerin hâli. Şehitler çoktan gitti; yakınları da “yaşarken fânî”…
Allah’a kalmış işi sana sormuyorum gaali! Türk’e zâten sâdece Allah hâmî! Gerisi mi? Kırk yıllık Kâni bilirdik, hâlbuki hepsi ezelden beri “Yani”!