Yakın zamâna kadar, Türkçemizde çok bilinen deyimlerin arasında; bir kimseyi iyi tanıdığını ve neredeyse bütün sırrına vâkıf olduğunu belirtmek için: “Ben senin Cemâziyelevvelini bilirim” denirdi.
Cemâziyelevvel, Arabî aylardan beşincisidir, onu ise altıncı ay olan Cemâziyelâhir tâkip eder.
Bilindiği gibi, her iki cemâziyel’in eki olan “evvel” önceyi, “âhir” de sonrayı ifâde etmekte.
Hazret-i Ali’ye âit olan “Herkes sonundan korkar, bense evvelimden”, hikmetini de hatırlayarak, gelelim; “ben senin cemâziyelevvelini bilirim” sözünün lügatlardaki mânâsına:
“İşin iç yüzünü veya bir kimsenin geçmişindeki bütün gizli tarafları bilmek”, demek oluyor.
Halil Nihat Boztepe merhumun da şöyle bir beyti var:
(Bilir cemâziyelevvelleriyle hem de bilir/ Dilerse silsilesinden haber verir bir bir.)

Cemâziyelâhirin 4. günü, şimdiki takvime göre, 9 Şubat’a rastlıyor. Bu târih, Hatîce Cenan Hanımefendi’nin bâkî âleme intikalinin yıldönümüdür.
Evlâdı Ken’an Rifâî Hazretleri’nin önüne,
çocukluğundan îtibâren koyduğu hayat prensiplerini, yaşayarak gösterip: “…İnsan kemâle, beşerîlikten ulûhîliğe, kısaca Allah’a ancak bu yoldan ulaşır” derken, “evvel” ve “sonra”nın hayâtî önemini şöyle dile getiriyordu:
(İnsanları seveceksin, senin içinde tükenmez af, merhamet ve müsâmaha hazîneleri var. Onun için yalnız insanları değil, bütün mahlûkatı aynı yorulmaz hız ve aynı tükenmez iştiyakla seveceksin.
Sende mevcut cevheri cömertçe harcalamalısın.
İnsanları, insanlara iştirak ederek, hatâlarında ve sevaplarında onlarla bir olarak seveceksin. Doğumları ile çoğalıp, ölümleri ile eksilecek kadar onlardan olacaksın.
Senin bir insan olarak vazîfen, insanların yüzünü müşterek bir gâyeye ve bir ideale çevirmektir ve bunun bir çok yolları vardır.
Fakat en kestirme, en güzel, en büyük yol aşk ve îman yoludur. Hudutsuz bir insanlık aşkı… Beşeriyetin tek selâmet kapısı her zaman budur. İnsan kemâle, beşerîlikten ulûhîliğe, kısaca Allah’a ancak bu yoldan ulaşır.)
“Beşerîlikten ulûhîliğe” ulaşmak…
Hatîce Cenan Vâlidemizden, Ken’an Rifâî Hazretleri’ne ve oradan da ezel nasîbine göre dalga dalga, nesil nesil yayılan;
beşer cinsine insan olabilme ve ulûhîliğe yükselme düsturlarını, önce yaşayıp, sonra da “nereden gelip nereye gittiğini” merak eden bahtlılara aktaran bir başka zâtın daha -Mehmed Örtenoğlu Dede’nin- beka âlemine gidişi, Şubat’ın 9’una rastlıyor; O da “evvel ve âhir” hakkında şu hikmetleri saçıyor:
(Sual-“…Ve insan olmak için ne yapacağız, nasıl çalışacağız?”
Cevap-“Senin aslın nasıl çalışıyorsa, öyle çalışacaksın. Aslın ne senin, haydi söyle… İki kelime ile… Râzıyım, bir kelime ile.”
-“Âdem…”
-“Âdem neden yaratıldı?”
-“Toprak.”
-“Senin aslın toprak, git toprağa sor. Bir buğday tânesini rafa koysan biter mi? Bitmez! Bitmek ne demektir? Onun içindeki istîdat ne ise o açıkta değil. Bunda bir istîdat var… Yok de istersen. Dikelim bak, samanlar çöpler kendi cinsinden de elli yüz tâne dâne çıkarır.”
Birisi:
-“İçindeki istidâdın çıkması için de dıştaki kabuğun bir çatlaması lâzım.”
Bir başkası:
-“Mürşit!”
-“Onu kim çatlatır be güzelim; Yaa…! Niçin Âdem’i Allah, topraktan yarattı? Bunu hiç düşündün mü? Altından dahi yaratabilirdi.
Allah için güçlük yok! Yemesi içmesi îcap ediyorsa, mütemâdiyen platin bulur yerdi. Gümüş yerdi, fakat taş yemezdi, meyve yemezdi toprak yemezdi. Bunlar öyle hikmetler üzerine bina edilmiş ki, üzerinde düşünüp i’mâl-i fikr eden yok maalesef.
Ben sorayım sana bir gün keşfedilmeyen şeyleri, sen çalış, bul da getir bana… Toprak mürşittir.”)
”Toprak mürşittir…”
Göçtükleri yıllar farklı olsa da, içinde bulunduğumuz ayda sanki birer gün arayla giden iki büyük insan daha yer alıyor. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin, onun için:
(Kâinat sevsin seni istersen sen kâinat
Dâim Allâh’ını sev gâfil olma ondan hiç
Herkesi kalbinle sev incinme incitme sakın
Aczini bil dâima kibri gıybet etme hiç.)
Dediği, evlâtlarından bir “sultan”; Kâinat Büyükaksoy Hanımefendi 10 Şubat’ta fânî âlemdeki vaktini doldurdu.
(…Hz. Mevlâna Mesnevî’sinde soruyor, şöyle ki: “Kâfir kimdir?” Yine kendisi cevap veriyor: “Kâmil insanı tanımayandır.” Tekrar soruyor: “Ölü kimdir?” Cevâbında şöyle buyuruyor: “İnsân-ı kâmilin canından habersiz olandır.)
Diye çırpınıp, bıkıp usanmaksızın çevresine muhabbet ve feyiz dağıtarak insanları gerçek hayâta, kurtuluşa dâvet eden Meşkûre Sargut Hanımefendi ise, 11 Şubat’ta beka âlemine göçtüler.
Evet…
Halil Nihat Boztepe, o beyti Kâmil İnsan’ı bizler gibi et kemik ve kandan ibâret zannedenleri îkaz için söylemiş olmalı:
(Bilir cemâziyelevvelleriyle hem de bilir/ Dilerse silsilesinden haber verir bir bir.)
İşte peşpeşe yâd eylediğimiz o büyük ruhlar da, “Senin bir insan olarak vazîfen, insanların yüzünü müşterek bir gâyeye ve bir ideale çevirmektir”, düsturunu ömür boyu elden ve dilden bırakmayıp, “Kâmil insanın canından haberdar olan…
Kâmil insanı tanıyıp”; bizlerin olanca dikkatini “aslımızı bulmaya” çekerek, vazîfelerini yaptılar. Cemâziyelevvellerini bilen bir büyük mürşit, onların varlığı toprağını sürdü, ekti biçti…
İçlerindeki cevheri ortaya çıkardı.
O büyük insanlar birer tohumdu. Kısaca söylersek; dünyâya geldiler ve şimşek hızıyla çevreyi aydınlatıp, bir anda gözden kayboldular.
Biz, evvelimizde yazılanı bilemeyeceğimize göre, karınca misâli onlardan intikal eden işâret taşlarını ciddiyetle tâkip etmekten başka ne yapabiliriz?
O işâret sâhiplerinin her birine hadsiz minnet ve rahmet niyâzıyla…