HALK-I CEDİD
Başına taştan taşa vura vura akan bir nehir gibi, sağına soluna bakmadan, olana bitene kulak asmadan, keyfince ve kaderince geçip giden zamandan elimizde ne kalmıştır?
Ya zamanın sürükleyip götürdüğü ömrümüz ile, atalarımızın, dedelerimizin, cetlerimizin hayat maceraları bir yana, tarihimizin, o şevket ve azamet asırlarımızın artık hayale mâlolmuş bereketinden, bugün elde avuçta ne vardır?
Yürüyen zaman, varlığımızı, diriliğimizi, asırlar içinde ve tarih sahnesinde biriktirip topladığımız nafaka ve sermayemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden, geleneğinden, tarihinden, mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz.
Onun için de, şanlı bir târihi, şerefli bir mâziyi içinde yoğurduğumuz zaman teknesi, yeni bir hamur ve bu hamura katılacak tâze bir maya bekliyor.
Belki de bugünün Türk milletine yüklediği en büyük borç, geçmişi hâlin eşiğinden içeri sokup, geleceğin hayat ve bekâ imkânlarını bu anlayış sahnesi üstünde hazırlamaktır.
Şu halde, elden ele, dilden dile, hattâ gönülden gönüle emânet edilmiş târih, mefâhir ve mâzi yığınlarını hâfızaların hapsinden ve dalâletlerin zindanından kurtarıp âzat etmek, aç, yoksul ve yolunu şaşırmış cemiyetin arasına salarak hayat ve devam gücüne güç katmak gerek.
Firdevsî ve Homeros milletlerinin geçmişinden kalan bakiye ve tortuyu, zaman harmanından destan rüzgârıyla savura toplaya, İran’a ve Yunan’a kıyâmetlik bir ömür sağladılar.
Bir bakıma destan devri geçmiş olabilir. Ama ölüm-kalım anlarında kütlelere can bağışlayan îman devri, kıyâmete kadar insan oğlunun salınıp gezeceği bir meydan olarak sâhibini beklemektedir.
Şu da var ki milletlerin yalnız dış çehresini teyit ve tesbit etmek, hiçbir devirde insan oğluna yetmemiş, doyurup kandıramamıştır.
Onun için de bu gök kubbe altında yaşayan kavimler, tarihlerini ve mâzilerini sadece kılıçlarıyla hazırlayan ve kalemleriyle yaşatan kahramanlara değil, ruhlarının ve iman hayatlarının da ezelî ve ebedî sırlarına ışık tutan rehber ve önden gidici kahramanlara, nebîlere, velîlere, erenlere muhtaçtır.
Ancak biz, bu halâvetli ve çekici zevkin büyüsüne tutulup içine dalmadan, kenarından geçip yolumuza devam edelim. Zira bir kere dış dünyadan iç âleme geçecek olursak, bir daha geri dönmemiz, o sıcak âlemin hazlarından kopup, tekrar yeryüzü gerçeklerine avdet etmemiz müşkül olur.
Eski ve eskilik damgası taşıyan her şey ölmeye mahkûmdur. Ya ölmüş ya da ölecektir. Ölenin de dirilemeyeceğine göre, bu dağılıp çürüyen bünyeyi bir yeni kalıbın içine dökmek, bir yeni nizamla yeni baştan inşâ etmek gerek.
Tıpkı durmaksızın kendi kendini yenileyen tabiat gibi, bir yeniden doğuşu, beklemek ve hazırlamak lâzım.
Gerek biyolojik gerek psikolojik mânâlarda, devamlı bir tebeddül ve dağılıp toplanma oyunu oymayan yeryüzünde, birbirleriyle kovalamacaya çıkmış ölümle hayatın, cemiyetlere de musallat olduğu nasıl inkâr olunur?
Ama ne gam ki: “Evvelce halketmekten âciz mi kaldık ki ölümden sonra onları iâdeden çaresiz olalım?” diyen, dediğini durmaksızın isbat edip durmada… Öyle ki her an âdeme doğru yola çıkan kâfilelerin yerine benzerleri vücut âlemine geliyor.
Ne ki nazarları satıhta takılıp kalmış olanlar için benzerlerin bu birbirini kovalayışları, birbirine benzeyiş ve müşterek kânunla idâre edilişleri, bu âlemin vücûdunu aynı hal ve zamanın devamını aynı minval üzere zannettirir.
“Ölmek, dirilmek, eskimek, yenilenmek kıyâmetin bir türlüsüdür. Onun için gözleri gönüllerine açık olanlar, ’halk-ı cedîd’i her an görür ve yaratılış âleminin her lâhza bir başka libâsa bürünüp bir gûnâ boy gösterişini seyrederler.
Tabiat ve beşeriyet kayıtlarının kulluğundan yakasını kurtarmış olanlar için bu budur. Amma nazarları dış âlemin çalılıklarına takılıp kalmış olanlara göre elbette ki “halk-ı cedîd” diye bir şey yoktur.
Biz, ferd olarak da cemiyet olarak da, çocuklar gibi dış âlemin büyüsüne çokça tutulur olduk, amma dönelim… Kendimize, kendimizde mahfuz olan hayat ve bekâ iksîrine yeni baştan dudak değdirelim.
Tâ ki yokluğun bağrından varlık baş kaldırsın ve gebe olan zaman, hâmil olduğu ‘halk-ı cedîd’i bir kere daha doğurup beşiğinde de sallasın…
Biz, bir târih, bir an’ane, bir görüş, bir nizam, bir üslûp, bir medeniyet kaybettik. Amma dirilişe inanıyoruz. “Halk-ı cedîd” nüktesi ayân olacak ve ademin bağrında yeni bir hayat, yeni bir çehre ile baş kaldıracaktır.
Böylece de, dermansız bir ihtiyar gibi yorgun düşmüş zaman, ezelden ebede kim bilir kaçıncı seferini yapacak, kaçıncı gidiş gelişin ayak seslerini duyuracaktır?”
Sâmiha AYVERDİ -Boğaziçi’nde Târih