Bana kalsaydı, Hazret-i Ebû Cehil derdim.
Evet, zamân-ı saadet’te, Peygamber Efendimiz’e bunca eziyet ve çileler çektiren Ebû Cehil’e nisbetle Muâviye, babası ve evlâtları ile birlikte, gerek Resûlullah’ın evlâtlarına, gerek âlem-i İslâm’a çeşitli eziyetler etmiş,
kıyâmete kadar sürecek bir fitne, fesat ve dünyevî hırs kazanı kaynatan bu adamın zararları, kendi çevresi içinde küllenmiş bir ateş gibi olan Ebû Cehil’in zararlarını kat kat aşıp etrâfa sıçramıştır.
Eskimiş hırkasını yamayan, yırtılmış pabucunu tâmir eden Hakk’ın Resûlü’nden sonra, İslâm’ın arasına fitne ve fesat tohumları ekerek,
kendisine ve soyuna saltanat kapılarını açmış bulunan Muâviye isimli zevk, safâ ve saltanat harîsi adam, bir dirâyetli siyâset adamı olarak kazandığı askerî zaferlerine rağmen, sinsi ve kurnaz, eşkiyâ ruhlu bir kimse idi.
Üstelik, zamân-ı saâdet’te Resûlullah’ın huzûrunda bulunarak o misilsiz ahlâk çeşmesinden su içmiş olduğu halde nasiplenememiş bir bedbaht idi.
Şu halde, Müslümanlar arasında, Muâviye denen adamın isminin başına bir tâzim sıfatı olan “hazret” kelimesini koyan gafiller, neden Ebû Cehil için aynı tâzim sıfatını kullanmamışlardır?
Muâviye yalan, ikiyüzlülük, tezvir, hîle, fesat, açgözlülük peşinde koşmuş ve böylece de İslâm’ı aslâ anlamamış bozguncu bir meş’um adamdır ki idârî işlerdeki zekâ ve dirâyeti ile el attığı her umurda kazandığı başarısına karşılık,
incittiği İslâmî sâfiyete indirdiği darbe ile İslâmiyet’e getirdiği zarar ölçülecek olursa, Ebû Cehil’inkinden çok daha ağır bastığı görülecektir.
Şöyle ki:
Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber’imizi nerede görse ağza alınmayacak küfürler, hakaretler etmiş, her türlü fitne, fesat ve zulüm hareketlerine önderlik yapmış, yeni Müslüman olanlara işkence etmiş,
hattâ Ammar İbn-i Yâsir’in annesi Sümeyye’yi hunharca şehîd etmiş, Mekke Devri’nde Müslümanları üç sene açlığa ve sefâlete mahkûm eden boykotu da o başlatmış, bu zulme son vermek isteyen Kureyşlilere karşı çıkanların başını gene o çekmişti.
Hicret’ten önce çeşitli kabîlelerden seçilecek kirâlık katillere Hazret-i Peygamber’in öldürülmesini teklîf edip plânlayan da, daha sonra öfkesini yenemeyerek Efendimiz’le Hazret-i Ebû Bekir’in izlerini bulana yüz deve vereceğini îlân ederek servet düşkünü serserîleri, bu iki mübârek dostun peşine düşüren de odur.
Ama Ebû Cehil’in bütün bu zararları kendi devri içinde kalmıştır.
Muâviye, sonunda kelime-i şahâdet getirerek İslâm’a dâhil olduğu için “hazret” sıfatına lâyık görülmüş, Ebû Cehil ise kelime-i şahâdet nasîb olmadan öldüğünden merdud olarak kalakalmıştır.
Keşki Muâviye de, İslâm’ı kabûl etmiş görünerek, iktidar peşine düşüp çevresini aldatmak ve böylece de fitne ve fesatları ile âlem-i İslâm arasında bir nifak ve şikak unsuru olmak fırsatı bulmasaydı.
Bir vakitler kendisine Ebü’l-Hikem denilmiş olan adamın, kibri, öfkesi, gurûru ve benlik dâvâsının kılıfından sıyrılıp, Kur’ân mûcizesini görememesi, adını Ebû Cehil, “cehâletler babası” yaptırmıştır.
Buna rağmen, affa bahâne arayan Peygamber-i Zîşân, dünyâ hayâtında kelime-i şahâdet getirememiş adamı, ukbâda tövbekâr ve nedâmetlerle hacîl olunca şefaatine mazhar ediverir.
Bir gündü,
içimizden birisinin, başkaları hakkında hüküm vermemizden aslâ hoşlanmayan büyüğümüzün huzûrunda, Muâviye’nin oğlu Yezid’in Kerbelâ şenâat, işkence ve cinâyetlerinden nefretle söz ederken, aldığımız cevâbı şu an duyar gibi hatırlıyorum:
“Bilmiyor musun ki her hâdiseden Cenâb-ı Hakk’ın ıttılâı vardır. Şu halde burada oturup, o denî ve meş’um adama atıp tutacağımız yerde, kendi Yezid nefsimize levm ederek, ondan kurtulmanın yollarını aramak daha doğru olmaz mı?”
İşte bu mürşîdâne îkazdan sonra Muâviye’nin de Hak katındaki günah terâzisini kendimizce tartmak, bize ayıp sayılmaz mı?
Ancak, bir türlü hazmedemediğim, bu sefîl adama, Hazret-i Muâviye denmesidir vesselâm…
(*) Sâmiha AYVERDİ, Kaybolan Anahtar,(S.231–233) Ayverdi Enstitüsü Neşriyâtı–44