Bu âdet, yalnız İstanbul’a mahsus değildir.
Kına yakmak, gözlere sürme çekmek Zamân-ı Saâdet’e kadar dayanan en eski İslâm âdetlerinden olduğu için memduhattan/övülmüş şeylerden sayılırdı.
Türk yurdunun hemen her tarafında, kadınlar, kızlar mübârek günlerde bunları tatbîk ederlerdi.
Evlenmek de bir kadının hayâtında mübârek günlerden mâdut değil midir? İşte bu îtibarla, gelin olacak genç kıza, gerdeğe girmezden önce kina yaktırılır, bu vesîle ile de şenlik yapılırdı.
“Kına Gecesi” tâbir olup bu şenlikli âlem kız evinde tertip edilirdi.
Çarşamba günü -yâni düğünden bir gün evvel- güveyin akrabâsından kaç kişi, gümüş bir tepsinin üzerine iki üç topak kına koyarlar. Ayrıca iki de mum dikerek gelinin evine götürürlerdi.
Bunları merâsimle karşılayan kız tarafı fevkalâde izzet ve ikram göstererek cümlesini yemeğe ve yatıya alıkoyardı.
Önceden tertip edilmiş ziyâfet ve eğlentiye iştirak etmelerini dilerlerdi.
Husûhi sûrette getirtilen sâzende ve hânende kadınlar, meclisi şenlendirirler, gelini öven mâniler söylenir, çengiler oynatılırdı.
Kına gecesinde kızın bütün arkadaşları orada bulunurdu.
Ve ona yakılan kınadan kendileri de -onun gibi tâlihi ve kısmeti açık olsun diye- tutunurlardı.
Bütün gece saz, cünbüş, raks devam eder, sabaha karşı gelini merâsimle ortaya getirip avuçlarına, parmak uçlarına ve ayağının yalnız baş parmağına kına koyarlardı.
Kına, çamur hâlinde o dediğim yerlere sıvanır, üzeri tülbendlerle bağlanarak birkaç saat öylece bırakılırdı.
Bu iş bittikten sonra da herkes yatağına çekilirdi.
Fakat çekilmeden önce her kadın, kina tepsisinin içine, kudretine göre bir para bırakır, bu paranın mecmuu/toplanan miktârı ile de geline bir hediye alınır, yâhut ki, o gecenin masrafı ödenirdi.
Kına gecesi sâde kadınlar için değil, erkekler için de cünbüş vesîlesi olurdu. Onlar da ya güvey evinde, yâhut gelin evinin selâmlık cihetinde toplanırlar, tâbesabah/sabaha kadar âlem yaparlardı.
Bu, Frenklerin “bekârlığı gömme” merâsiminin daha nezih, daha saf ve basit bir nev’i idi.
Orada da güveyin bütün yakın arkadaşları, akran hısımları bir yanda, yaşlılar öbür yanda sofra kurarlardı.
Sofada, ekseriya eşden dosttan vücuda gelmiş bir saz takımı çalar, türlü şakalar, lâtîfelerle hoşca vakit geçirilirdi.
İstanbul’un bu eski kına geceleri pek keyifli idi ve çok defa asıl düğünden kat kat revnaklı olurdu.
Bilhassa büyük konaklarda, Çamlıca, Göztepe, Kızıltoprak ve emsâli sayfiyelerde, Boğaz’ın mâvi suları ile etek eteğe gelmiş ferah, geniş yalılarında olurdu.
Kibar denilen sınıfın kendi oğulları ve kızları için tertip eyledikleri kina geceleri, efsânevî birer hikâye gibi, günlerce ve aylarca dillerde destandı.
Mükellef ziyâfetlerde dâvetlilere yedirilen çeşit çeşit yemeklerin nefâseti, her biri millî mûsıkî târihimizde mevkî tutmuş sâzendelerin,
hânendelerin şöhreti, meclise neş’e ve neşat veren nekrelerin, mukallitlerin iktidarı ve mahâreti medh edile edile bitirilemezdi.
Kadınlar tarafı -yâni harem- o geceki eğlence husûsunda selâmlıktan geri kalmazdı. Hele o “mânici” kadınlar zemin ve zamana uygun buluşları ile pek çok muvaffakıyet ve takdir kazanırlardı.
Gelin tombul mu? Elindeki Ud’u, bir iki tıngırdattıktan sonra, mânici başlar:
Ben şaşırdım yolumu
Bilmem sağım solumu
Hakk’a şükür överdim
Ben yosma tombulumu!
Pek mi körpe? O zaman da şöyle bir mâni yakıştırırdı:
Bir körpecik kuzusun
Gönüller yıldızısın
Sen o mutlu kocanın
Alnındaki yazısın!
Lâkin bu mânilerden hissedâr olan yalnız gelin değildi.
Kaynanalar, görümceler, eltiler, sâir misâfir hanımlara da pay çıkarırdı.
Ve uydurulan mâni ne kadar hoşa giderse, mukabilindeki bahşiş de o nisbette önemli olur.
Meselâ:
Cevâhirin hasıyım
Has oda elmasıyım
Övünsem de yeridir
Gelinin anasıyım!
Diyene, çıkarıp da bir altında mı verilmez?
Çengiler de bu toplantılarda, biribirleriyle cömertlik yarışı yapan gelin ve güvey taraflarının vergileri sâyesinde epey para toplarlardı.
Ekserîsi Ayvansaraylı,
çingene yâhut da Balatlı yahudi kızlarından mürekkep olan Çengi Kolları zâten böyle tanınmış,
zenginlikleri ve sahâvetleriyle şöhret bulmuş kimselerin düğünlerine giderken, aslâ nazlanmazlar, pazarlık etmezlerdi.
Zîra bilirlerdi ki, oralarda hazır bulunanlardan alacakları bahşiş yekûnu, önceden kararlaştırılacak ücret her ne olursa olsun, onu kat kat aşacaktı.
O çengilerin içerisinde oyunu, adım atışları, göğüs titretişleri, gerdan kırışları,
yüz ve endam güzellikleriyle tamâmen mütenâsip olanları da vardı ki, bilhassa bunlar bir gecede bâzan kırk, elli, yüz sari liraya para demezlerdi.
Hele erkekler tarafında da oyun gösterecek olurlarsa,
meclis azıcık harâretlendiği gibi, en ağırbaşlı tanınmış efendilerin, beylerin, paşaların, ceplerindeki parayı kesesi ile berâber çengilerin ayaklarına fırlatıp attıkları olurdu.
Sâzendeler de -eğer zenâatleri bu ise- o geceki umûmî neş’enin galeyâna getirdiği cömertlikten istifâde ederlerdi.
Saat gece yarılarına yaklaştıkça, ağır, klasik şarkılara nihâyet verilir, köçekçe faslına, oyun havalarına, çiftetellilere girişilirdi. Hep bir ağızdan mânâlı mânâlı tekrar edilen, Zemin ve zamana muvâfık türküler…
Meselâ:
Geline bir sözüm var güvey girdiği gece…
Yâhut ki:
İndim yârin bahçesine gülleri fincan gibi,
Yanağında üç beni var, her biri mercan gibi,
Sarılalım yatalım ikimiz bir can gibi…
Nev’inden şeyler, dinleyenleri coşturdukça coşturur, ihtiyarlar kendi güveyliklerini yâd eder,
henüz dünyâevine girmemiş genç kızlarlşa delikanlılar da yeni gelinle güveyin eşiğine ayak bastıkları cenneti düşünerek için için haset duyarlardı.
(*) Yedigün Neşriyatı.
(Yayın târihi belirtilmeyen ve yazarı zikredilmeyen, fakat en az yetmiş yıl once yayınlanmış Dünden Hâtıralar isimli bu kitapçıktaki makaleler Ercüment Ekrem’e âittir. Yazıları süsleyen resimleri ise Münif Fehim çizmiştir. Yazıları, aslı gibi yayınlıyoruz.)