Büyüklerden biri şöyle diyor:”Kendini her nefes hesâba çekmeyeni, biz, ricâlden saymayız!”
Nedir “ricâl?”
Protokol.. ileri gelenler yâni!
Bırakın böyle her nefes kendimizi hesâba çekmeyi.. bâri senede bir, Kutlu Doğum Haftası münâsebetiyle yapabilsek.
Kendimizin veyâ içinde yaşadığımız toplumun -Peygamberimizi “ölçü” ve “örnek” almak sûretiyle- muhâsebesini yapmak demek, durmadan hatâları ve yanlışları dile getirmek, şikâyette bulunmak demek değil elbette!
Keşke, toplumu, devleti,
başka insanları her konuda yargılar ve hatâları yanlışları her fırsatta elimiz ve dilimizle gösterirken; kendimizi de böyle insafsızca yerden yere vuracak derecede “haysiyetli” davranabilsek!
Adı üzerinde “beşer” durumundaki kimseler için bütün hatâlar, bütün yanlışlar ve kabahatler başkalarına âittir. Bütün meziyetler, bütün güzellikler ve bütün doğrular ise kendimizde toplanmıştır. Böyle zannederiz. Tutum ve davranışlarımız bunu gösteriyor.
Biri bana şöyle dedi: “Oğlum! İnsan, kendisinin ne mal olduğunu bilir; fakat, başkası söyleyince batar!”
İnsan gözü, kendisinden başka her şeyi görür de bir tek kendisini göremez!
Bunun böyle oluşu, yâni gözün her şeyi görüp de kendini göremeyişi gerçekten büyük mânâlar taşıyor. Beşer de, hep dışa dönük “tenkîd” hastalığına müptelâ!
“İnsan kılıklı” bizlerin gözü, kendisini ne zaman görür?
Ayna karşısına geçtiği zaman!
“Mü’min, mü’minin aynasıdır” mübârek kelâmını açıklayan büyüklerimiz; buradaki birinci Mü’min’in Muhammedî ahlâka sâhip olgunluktaki kimse.. İkinci Mü’min’in ise, Cenâb-ı Hak olduğunu söylemişlerdir.
Yıllar evvel, ilk defâ tanıştığım birisi, bana bir sual sormuştu:
-Allah’ı mı çok seversin, yoksa Peygamberi mi?
Ona dedim ki:
-Ben, şu cehâletimle Allah’ı bilmiyorum ki!
Allah’ı seviyorum deriz ama, bu söz, bir temennîden ve dilekten, duâdan öteye geçmez aslında… Ezber sözüdür!
Çünkü ben, Allah’ın yarattığı varlıklardan sâdece ve sâdece bir zerreyim.
Hani, meşhur Einstein’ın kapısı çalınmış bir gün.
Bakmış ki, kapıyı çalan, bir dilenci… Einstein’ın canı sıkılmış.. Çünkü, kimbilir ne ile meşgûlken sadaka isteyen dilenci, onun konsantrasyonunu bozmuş bir anda. Ve adama söylenip, kızmış.
Dilenci, kapıyı çalmakta ısrâr etmiş ve sadaka istemekten vazgeçerek:
-Sana bir sual soracağım, başka bir şey istemiyorum!
-Sor, demiş Einstein.
-Hayır, demiş dilenci: Burada olmaz.. Çalışma odana geçelim.
Büyüklerimiz: (Her kilidin bir anahtarı vardır. İlmin anahtarı da sormaktır!) demişlerdir.
İşte, bir düşünen kafa, bir dehâ olduğu için; kendisine sual sorulması Einstein’ın ilgisini çekmiş:
-Haydi, demiş, soracağın neyse sor!
Dilenci, kendinden emîn bir hâlde:
-Sen, demiş, şu kara tahtanın başına geç!
Geçmiş Einstein. Dilenci ilk sualini sormuş:
-Bu kara tahta kâinat olsa… bu kâinâta oranla Dünyâ’yı bana gösterebilir misin?
Eline tebeşiri alan Einstein, kara tahtanın üzerine bir nokta koyup:
-İşte, demiş, kâinat kara tahta kadar olsa, dünyâ da ancak bir nokta kadardır.
Dilenci gülümsemiş:
-Peki! Şimdi bu dünyâ içinde, bana kendini gösterebilir misin?
Dilencinin kendisine verdiği bu dersle Einstein gibi bir adam silkelenip; ona karşı gurur, kibir hissettiği ve dilenciye tepeden baktığı için utanmış.
Sözü şuraya getirmek istiyorum; Allah’ı sevmek diyorduk ya…
Şimdi… Ben nerede, beni yaratan ve türlü güzelliklerle donatan Allah nerede? O’nu sevebilmem için, her şeyden önce Allah’ı bilmem gerekir. Bunun yolu ise, Hazret-i Peygamber’i bilmekten geçer. Bana Allah’ı bildirecek ve dolayısıyla sevdirecek olan, O’dur.
O hâlde, daha gerçekçi olanı seçer ve Peygamber’imizi sevmenin yollarını ararım. Bunun da bir tek yolu vardır; “Bir Bilen” bulmak!
Bir “ayna edinemeyen” kimselerin Hazret-i Peygamber’i ve Yüce Kitabımız’ı tanıyıp bilmesi imkân dışıdır.
Parlak, pırıl pırıl cilâlı bir “ayna” edinmedikçe, bu iş, muhâl ender muhâl!
Hazret-i Peygamber bile, Cebrâil Aleyhisselâm’ı kastederek:”MÜREBBÎ OLMASAYDI, RABBİMİ BİLEMEZDİM” buyuruyor.
Bilindiği gibi, İmâm-ı Âzam’ın ismi Nûman’dır.
Kendisi, Hazret-i Ali Efendimizin evlâtlarından İmam Câfer’i ayna kabûl edip, O’na mürîd olduktan sonra: “SON İKİ SENE OLMASAYDI, NÛMAN HELÂK OLURDU” diyor.
İmâm-ı Âzam’a diyorlar ki:
“Sen, ilminde o derece ilerisin ki, dünyâda senin gibi hadîs bilgini yok.. Neden o adamın sohbetlerine devâm ediyorsun? Kimseye ihtiyâcın yok ki!”
“-Evet, diyor, doğru söylüyorsunuz; bütün ilimlerde öndülü, birinciliği kaptım. Fakat O zât, Allah’ı iyi biliyor.”
Kaliteli bir aynanın nasıl temîn edileceği ayrı bir mevzû! Bunu bir kenara bırakalım. Ama biz, kimin ümmetiyiz? Onu tartışalım.
Dün, “Kabahat Müslümanlıkta değil, Müslümanlarda.”
Diyen Pakistanlı şâir Muhammed İkbâl, günümüzde de haklı. Peygamberini tam ve sağlıklı olarak tanımayan; yarım yamalak ve kulaktan dolma bilgili (!) günümüz Müslümanı, mensûbu bulunduğu dîni de, o dînin peygamberini de kötü temsîl etmektedir.
Neden?
Çünkü, Müslüman olmak kolaydır; kelime-i şehâdet getirirsiniz, olur biter!
Fakat, iş, îmân etmek.. yâni, mü’min olabilmektir.
Îmân etmenin de iki şartı vardır; bilmek ve bildiğini uygulayıp hayâtına geçirmek!
Atalarımız:
“Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder.” Diye, boşuna dememiş…
Gerek ülkemizdeki ve gerekse dünyânın dört bir yanındaki Müslümanların hâlindeki perişanlığa bakın! Bu hâlin müsebbipleri hep mi Haçlılar ve düşmanlardır?
Bir “Tevhîd” dini olan İslâmiyet’i
ve O’nun peygamberini anlama gayretinde bulunmayan Müslümanların dağınık, birlik rûhundan uzak…
Petrol zengini Araplar’ın sefahat içinde yaşayışlarına karşılık, bir büyük Müslüman kitlenin de açlık ve sefâletle boğuşur vaziyette olması garâbet değil midir? Tuhaflık değil midir?
Hani, Peygamberimiz bütün insanlığa “Tevhid Mesajı” getirmişti?
Nisan 2009/Kutlu Doğum Konferansı(Özet)