(… Bin şu kadar yıllık şarklı Türk,
kendine garplı dedirtebilmek için hazînelerini bir pula sattığı halde, karşılığında ne buldu, ne kazandı?
Garp, bu kendisine saf saf yaklaşan ve sokulduğu medeniyetten iltifat ve alâka görebilmek için şerefli târihini bile çiğneyen milleti bağrına bastı mı?
Âlimleri ile, şâirleri ile, kilisesi, asilleri ve her sınıf halkı ile ağız birliği ederek barbar dediği Türk’e, şimdi medenî mi demektedir?
Demez. Hem diyemez de.
Zîra garplı Avrupa, şarklı Türk’ün karşısında asırlarca yenilmiş ve dize gelmiştir. Hem de sille, tevhidin teslise zaferi olarak tecelli etmekle, kîni daha da kamçılanmıştır.
Hiç bu öfkeli utanç ve eziklik, affedilebilir, unutulabilir mi?
Şu da var ki Avrupa’yı bugün tedirgin eden, hattâ nefret hissini durmadan mayalayıp kabartan, o dayağını yemiş olduğu milletin, kendinde bulunmayan fazîlet, meziyet, mertlik ve üstünlüğe sâhip oluşudur.
Onun için de Avrupa, mert düşmanının üstünlüğü kadar mertliğini de hazmedememiş ve gururuna yedirememiştir.
Bu duygu, derûnî olgunluğa erişememiş fertlerin ve cemiyetlerin düştüğü bir çeşit ruh hastalığı, ruh zaafı olarak tabiî görülmek ve affedilmek îcap eder.
Satılmış câriyeler gibi,
efendisine tâbî olmayı vazife bilenlerin çâresizliği içinde, garba kur yapmak ve ne derse dinlemek, ne söylerse işlemek, neyi severse beğenmek ve benimsemek, artık kendini inkâr eden kozmopolit, ölçüsü endâzesi kalmamış gaafil ve câhil zümrelerin hayatlarına el koyar olmuştur.
Öyle ki garptan gelen tekliflerin, görenek ve geleneklerin, hattâ haçlı an’anelerin aksini ihtiyar etmek bu taklitçi zümreler tarafından görgüsüzlük damgası yemiştir.
İşte meselâ, bir Türk-İslâm sentezinin müşterek malı olan bayramın yeri, ithal malı yılbaşı tarafından işgal edilmiştir.
Bayramı, asırlık tahtından söküp kurumuş çınarlar gibi, yere yıkan zihniyet, günü gelip kapısına dayandığında, yüzüne dahî bakmadan yanından kaçmayı mârifet saymakta.
Büyüğünün elini öpmez, küçüğüne elini öptürmez olan bu hasta sosyeteye, çocuklarını değil bayram yerine götürmek, gezdirip hoşlamak, onlara bayramlık almak dahi lüzumsuz geliyor.
Noel baloları dururken, Noel ağaçlarının dibine hediyeler dizerken, bayram hediyesine de lüzum mu olur?
Îmansız münevveri ve taklitçi câhili ile garba teslim olan bir cemiyetin, asırların arkasından gelmiş temel kaide ve millî saltanatının, yabancı kültürlerin istîlâ orduları tarafından yakılıp yıkılmasından daha tabiî ne olabilir.
Görenekler ve gelenekler kıyımı öylesine almış yürümüş bulunuyor ki, doğru eğri, dışarıdan her geleni makbul tutan zihniyet, târihî ve millî değerlerimizden daha neleri götürmüş ve yerlerine neleri getirmiştir?
Yağmurlar yağar, kış rüzgârları eserken, İstanbul mahallelerinde hindi sürüleri duyulur ve görülür olmuştur.
Soğukla hiç de araları iyi sayılmayan bu kümes hayvanları bizim çocukluğumuzda kışa karşı dâima îtinâ ile muhâfaza edilirdi.
Şimdi ise, sokak sokak gezdirilen sürü, en umulmadık âileler tarafından çekilip satın alınarak, kısa zamanda tavuk çobanının elinde bir kuru değnek kalıyor.
Garp, yılbaşında hindi yerken, bu an’ane, Türkler tarafından nasıl çiğnenir, nasıl tatbik edilmez?(*)
(*) Sâmiha AYVERDİ, Ne İdik Ne Olduk, s.61.