Hâtıralarından bölümler yayınladığımız Jean de Thevenot, bir Fransız seyyahıdır. Kaleme aldığı Seyahatnâmesi, ülkemizin 380 yıl önceki hâlini anlattığı için, târihimiz açısından son derece önemlidir.
Görüp duyduklarını titizlikle doğru anlatmaya çalışan çok kıymetli eserleri vardır. Bunların başında, parçalar hâlinde sunduğumuz yazıların kaynağı olan “Şark Memleketlerine Bir Seyahate Âit Hâtıra” isimli kitabı vardır. Ki bu eser, 1664’de yazar henüz hayatta iken Paris’de basılmıştır.
Bir iddiaya göre, Kahve içme âdetini Fransa’ya bu zat götürmüştür. Jean Thevenot, gene bir seyahatte olduğu 1667 yılında, çok genç yaşta, İran’ın Mina isimli küçük bir kasabasında vefat etmiştir.
1655 yılı Ekim ayının 21. günü, ülkemize geldiğinde, Osmanlı tahtındaki Dördüncü Sultan Mehmet henüz çocuktu ve bir gün önce İstanbul’da büyük bir yangın olmuştu.
*
Çanakkale’ye girişinden îtibâren başlayalım:
Hisarları, üç pâre top atarak selâmlıyorlar. Thevenot, gizlice dürbünle bakıyor.
Hisarların sâhile dizilen topları o kadar büyükmüş ki, ağızlarından içeri bir adam kolaylıkla girebilirmiş. Beş on gün uygun şartlar ve uygun rüzgâr bekliyorlar. Zâten burada durmak gümrük ve kontrol bakımından mecburî. Yolcular o sırada şehri geziyor, hayli sıkıntılı buluyorlar.
Nüfus az imiş. Alçak kapılarıyla Rum meyhâneleri Fransız gencinin dikkatini çekiyor. Kapıların alçak oluşu, sarhoş süvârilerin/Atlılar/ atla birlikte içeri girip, her şeyi alt üst etmemeleri içinmiş.
Gelibolu’da bir tersâne varmış. Burada yedi adet gayet eski kadırga dikkatini çekmiş. Türkler, Kıbrıs Adası’nı aldıkları zaman Venedikliler’den zapt ettiklerini söylüyorlarmış, ama gerçekte, 1571 yılındaki İnebahtı bozgunundan arta kalan Osmanlı donanmasıymış bunlar.
Sonunda elverişli bir rüzgârla yol alıp, Aralık ayının ikinci günü, lodosa sırtlarını verip İstanbul’a varıyor; Sarayburnu’nu dönerek, Galata’da demirliyorlar. İşte o zaman, yukarıda sözünü ettiğimiz büyük yangının haberini alıyorlar, ateş hâlen sönmemiş…
*
Genç seyyah, hemen karaya çıkıp Fransız sefiri Mösyö de le Haye’i ziyâret ediyor. Sonra Galata’da bir pansiyona yerleşiyorsa da, sonunda Beyoğlu’nda güzel ve manzaralı, bilhassa pek ucuz bir ev kiralayıp, yerleşiyor. Burada aylarca yaşayıp her şeyi araştırıyor ve diğer meşhur şehirlerle İstanbul’u şöylece kıyaslıyor:
“Bâzıları İstanbul’un azametini Kahire’yle ve Paris’le ölçerken aldanıyorlar. İstanbul, bu iki şehirden bir hayli farklıdır. Kimi İstanbul’un çevresini 13 mil, kimi de 16 mil veya 18 mil tahmin eder. Ben, bir kere, bir Fransız arkadaşla deniz ve kara surlarını tam bir devirle dolaşmak istedim. İkimiz de yanımıza birer saat aldık, Tophâne’den bir kayığa bindik, İstanbul yakasına geçtik.
Haliç’te, Saray’a imkân dâhilinde yakın noktada karaya indik. Kayığı, bizi beklesin diye Yedikule’ye gönderdik. Saatlerimizi yediye getirdik. Liman boyunca sâhil surlarının dışında yürüdük.
Kara tarafını da böylece kat ederek Yedikule’ye vardığımızda her ikimizin saati dokuza çeyrek vardı. Görülüyor ki bu mesâfeyi bir saat üççeyrekte almışız. Yedikule’den tecrübeye giriştiğimiz Haliç ağzına, üç çifte kayıkla varmak için bir saatten fazla zaman gerekmedi.
Yalnız, Marmara sâhilini yürüyerek geçememiştik. Zîra buraların surlarını dalgalar yaladığı için, karadan yürüyerek gelmek mümkün değildir. Beş çeyrekte yürünür desek bile, demek ki Bizans surlarının çevresini kat etmek en fazla üç saatte mümkün olacak. Böylece İstanbul’un çevresini 10 ilâ 12 mil olarak tesbit etmekle yanılmış olmam.”