Kur’ân’ın mülkiyet hakkını garanti ettiğini söylemiştik.
Aşağıdaki olay, bunu açıkça ispat etmektedir.
1755 yılında çıkan bir yangında Bâbıâlî tamamen yanmıştı. Binânın yeniden yapılması ve istikbalde/gelecekte/ çıkması muhtemel bu çeşit kazâlara karşı tedbirler alınması mevzûbahisti. Bunun için binanın etrâfında lüzumu kadar boş saha bırakılmasına karar verildi.
Bu maksatla civardaki evlerin satın alınarak yıktırılmasına başlandı.
Evsâhiplerinin çoğu evlerini satmaya râzı oldular.
Yalnız ihtiyar bir kadın evinin ecdadından kaldığını ve hiçbir meblâğın, pahası kendince sonsuz olan evin kıymetini karşılayamayacağını ileri sürerek satamayacağını söyledi.
Yapılan teklif ve tehdıtler kadını ısrarından vazgeçiremedi.
Vazîfeliler kadına karşı çok söylendiler, sert ve kötü muâmele ettiler. Ama kuvvet kullanmak, fazla cebrî/zorlayıcı/ ve haksız addedildi/bulundu/. Netîcede ev yıkılamadan kaldı.
Pâdişâh’a, iktidârını/gücünü/ kullanarak değerini ödeyip niçin istimlâk etmediğini soranlara, Pâdişah şu cevâbı verdi:
-“Böyle bir şey yapabilmeme imkân yoktur, çünkü ev onun mülkiyetindedir.”
Türkler, Hükümdarlarına karşı derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nâzik ifâdeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta,
şikâyetlerde bulunup gerek Pâdişâh’ı gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkîd etmekten çekinmemekte, câmilerde isimsiz hicviyeler yaymakta, hakâretâmiz hiciv risâleleri
neşretmekte ve hattâ baskı ve tahakküm ifrata/baskılar fazlalaştığında/ vardırıldığı takdirde isyanlara bile tevessül etmekten/baş vurmaktan çekinmemektedirler.
…Türkler,daha küçüklükten beri Hükümdarın hukukunun ilâhî mahiyette olduğunu bilmekle berâber bu hukukun Kur’ân’a istinad ettiğine/Kur’an’a dayandığına/ ve ancak Şerîatı bilmek ve
dinî bir vecîbe olarak ona riâyet etmek mecburiyetinde olduğuna, nihâyet Şerîat’e riâyet mükellefiyeti bakımından hükümdarın diğer müminlerden hiç farklı olmadığına da kaanîdirler.