Her memlekette, başşehirlerin birer de baş gezinti yeri, birer insan ve kalabalık piyasası olur.
Fânîler, görünmeyi ve birbirlerini muayyen/belirli bir yerde toplu görmeyi pek severler. Paris’in Şanzelise’si, Berlin’in Unter den Linden’i, Viyana’nın Prater’i olduğu gii, İstanbul’un da o zamanlar, “Şehzâdebaşı”sı vardı.

İsmini, Şehzâde Câmii’nin orada bulunuşundan alan bu meşhur semt,
şimdi Üniversite’nin bir kısmını ihtivâ eden Mısırlı Zeynep Hanım’ın konağı hizasından başlar. Fâtih Parkı’nın önüne kadar uzanırdı.
Caddeyi genişletmek bahanesiyle fedâ edilen pitoresk hususiyetinden dolayı doğrusu yazık edilen bir sütunlar silsilesi, bu caddenin bir kısmına da Direklerarası adını verdirmişti.
Şehzâdebaşı, bayağı/sıradan günler için de az çok canlı bir semtti.
Lâkin o, asıl Ramazan’da meşher ve meşhur kesilir, yerinde bir tâbir ile Allah Allah kalkardı.
Beyoğlu’nun bilhassa Cuma ve Pazar’ları dillere destan olan Doğruyol piyasası, bunun yanında hiçti ve o bahsettiğimiz devirlere yetişmemiş olanlar, Şehzâdebaşı’nın Ramazan piyasaları hakkında bir fikir edinemez, hiçbir tahminde bulunamazlar.
Daha ilk akşamdan bu piyasa başlardı.
Beyazıt Meydanı’na Yeni köprüden, kimi Dîvanyolu, kimi de hem Rızâpaşa, hem de Filcancılar adını taşıyan yokuş tarîki ile/yoluyla birbiri ardı sıra gelen arabalar,
Mâliye Nezâreti’nin/Mâliye Bakanlığı -Ali Paşa Konağı- önünden Mürekkepçiler’e kıvrılır, Zeynep Hanım Konağı’nı geçer, bir daha sağa döner, Vezneciler’den Direklerarası’na dâhil olurdu.
Eski Köprü yolunu tercih edenler ise Zeyrek’ten Vefa’ya tırmanır, bir köşsi Dâmat İbrâhim Paşa Türbesi, öbür köşesi de Şehzâde Câmii ile süslenmiş dar sokaktan, Mahmut Baba Türbesi’nin önüne çıkardı.
En usta arabacıların pek zor idâre edebildikleri
bu her çeşit ve kıymette arabalar kalabalığının arasından söküp ilerleyebilmek için adım başında duraklamaya, üst üste yığılmış ahâliyi durmadan îkaz etmeye, yürümeye teşvik eylemeye mecbur idiler.
Sağ sol gözetmeksizin karşılıklı akın eden halk birbirinin gidip gelmesine engel olurdu.
Atları ile arabacısı birbirinden tuvâna ve gösterişli zarif konak arabalarının içinde, ağır ipek ferâceli, billûr yaşmaklı genç, süslü hanımlar peşleri sıra bir alay “tutkun” sürükleyerek, etrafa belli belirsiz tebessümler, iltifatlar bezl ederek ağır ağır geçerlerdi.
Bunlardan başka piyasaya kirâ arabaları ile gelen ve zamânın zihniyetine göre “hafif meşrep” telâkkî edilen kadınlar da görülürdü.
Fakat asıl hayret verici manzara, yayalarınki idi.
Meşhur “Araba Sevdâsı” romanında Recâizâde Ekrem, bu manzarayı veciz kalemi ile şöyle târif eder:
(Bir takımı gidip bir takımı gelen ve izdihâmın sökülmez bir halde olmasından dolayı birkaç adımda bir kere tevakkufa mecbur olan binlerce insanın içinde, siyah çuhadan,
düz yakalı bir önlü sakoları veya koyu renkli kazmirden, yakası kadifeli, iki önlü paltoları yukarıdan aşağı iliklenmiş,
büyücek tablalı fesleri iki yandan kulaklarına geçmiş,
keçi derisi çekme potinlerle parlak ve sustalı kunduraları çamurdan ve tozdan
tamâmiyle azâde ellilik, elli beşlik, altmışlık efendilerin sol ellerinde altın veya İpek kamçılı, nadiren İnci ve Mercan, bâzen kehribar ve Necif bâzan Narçıl, yüz sürü Kuka birer tespih olduğu halde, sağ ellerindeki gümüş kakmalı, sapı kanca şeklinde
Abanoz’dan, Demir ağacından, pelesenkten bastonlarına dayanarak eş adımlarla ve kemâl-i temkin ve vakarla yürüyüşleri…
Kolalı Frenk gömleklerinin dimdik yakaları aşağıdan yukarıya doğru kulaklarını yarı yerine kadar örtmüş,
koyu renk ve püskülü dâima yan tarafta durak ufarak kalıpsız fesleri kaşlarının üzerine kadar inmiş,
siyah redingotlu, dar pantolonlu, parlak potinli, çift veya tek gözlüklü, eldivenli, şık beylerin ellerinde bâzan Gümüş veya Bağa saplı birer baston bulunduğu halde ekseriya ikişer ikişer ve kolkola gezerken,
nerede bir temiz araba yahut ki bir süslü hanım görürlerse gözlerini ona açıp, yollarını o tarafa
tebdîl etmek suretiyle hafiflik izharından çekinmeyişleri -ekserisi ipekli parlak kumaşlardan- rengârenk şemsiyeleri, ferâceleriyle ve gazdan rakîk ve nâzik, lâtîf ve
şeffaf yaşmakları ile öbek öbek kenarları tutmuş olan işvekâr Havva Kızlarının hassas çiçekler gibi âleme kendilerini hem göstermek,
hem de göstermemek hususundaki îtinâları…
Elleri, koltukları yeşil salata, soğan, yağlı-susamlı simit hevenkleri, Ramazan pidesi çıkınları ile dolu olduğu halde baklava börek tahayyülâtı ve kahve ve tütün
tahassürâtı ile bîhaber ve âram kalan ve iftar dakikasına yetişmek için saatin sâniyelerini adımları ile saymak îtiyâdında bulunan mîdesine düşkün kimselerle
tiryâki babaların o sökülmez, geçilmez izdihâmın içinde bunalıp, hesaplarını şaşırdıkça “Lâhavle!” der gibi baş sallayışları dikkate şâyan temâşâlardandı.)
Merhum üstâdın bu tabloya her nedense ilâve etmeyi ihmâl eylediği bir şey daha vardı ki,
o da kıt terbiyeli bâzı kimselerin, bu caddeden geçmek mecburiyetinde kalan kadınlara dil ile, el ile sarkıntılık etmeleri idi.
Bu mütecâsirler, bâzan yasakçı olarak kadınların yanında bulunan gözü pek acûzelerden dünyanın azarını işitir, hattâ şemsiyesi ile, yumrukla dayak bile yerlerdi.
Mâmâfih asıl sarkıntılık edenin sırra kadem bastığı ve onun yerine mâsum birinin dayak yediği de olağan işlerdendi.
Şehzâdebaşı -hattâ en doğru tâbiri ile- Direklerarası piyasası, Ramazanın 26’ncı gününe, yâni Kadir Gecesi’ne kadar devam eder, artık ondan sonra, cadde o revnaka kavuşmak için ertesi yılı beklerdi.
(*)Yedigün Neşriyatı. (Yayın târihi belirtilmeyen ve yazarı zikredilmeyen, fakat en az yetmiş yıl once yayınlanmış Dünden Hâtıralar isimli bu kitapçıktaki makaleler Ercüment Ekrem’e âittir.
Yazıları süsleyen resimleri ise Münif Fehim çizmiştir.)